Kavuşmak sabırla, heyecanla umutla dolu bir bekleyiştir. Kimi ayrı düştüğü vatanına
döneceği günü bekler, kimi ardında bıraktığı gözü yaşlı sevdiceğine kavuşmayı
bekler.
Kavuşmak; kurak toprakların yağmura kavuşmayı bekleyişidir. Uzun karanlık gecenin
güneşin doğuşuna kavuşmasını bekleyişidir.
Beklemek güzeldir sonunda kavuşmak olunca … Bugün ki hikayemizin sonunda da
olmasını istediğim buydu oysa ki…
Siz deyin Ahmet, biz diyelim Mehmet. Adı önemli değil. İşi çobanlık. Sabahın erinde
köy meydanına getirilen sığırları toparlar, katar önüne. İnek, öküz, camış. Ne sürerse
köylü alana, alır götürür meraya. Dağ, bayır, ova, çayır dolaştırır durur.
Öğle olup, kızgın güneş tepeden vurunca, katar önüne suya indirir sığırları. En son
kara camışlar girer suya. Ağır hayvanlardır camışlar. Olur olmaz koşmazlar. Bir de
koşarlarsa, ardından at salsa insan kavuşamaz. Neyse, dememiz o değil; en son
suya girerler camışlar ya, suyun en derin yerini seçip yatarlar içine. Çobanın su
kenarına gelip de "deh" lemesini duyana kadar uzanırlar suda, Ne zaman ki çoban,
su kıyısıa gelip ıslığını çalmaya başlar, ağır ağır yekinirler yattıkları sudan. Yekinirler
ki, camış demeye bin tanık gerek. Birer kuzu gibidirler ; çobanın önünde. Çobanın
isteği onlar için buyruktur. "De ha! Yürüyün!" Yürürler. "Yaylıma geçin!" geçerler. İri,
kalın dudaklarını sürüyüp, geçerler çayırları. Sözün özü, çobanla camışlar arasında
hiç bozulmayan bir anlaşma vardır sanki
Çoban derseniz, dal gibi. Yakışıklı bir genç. Kimi kimsesi de yok çobanın. Biriktirdiği
üçbeş kuruşla, bir göz ev yapmış köyün dışında. Ha! Bir de nişanlısı, var çobanın.
Köylü bir olup dengince birine nişanlamış. Boyu boyunca, huyu huyunca nişanlısının.
Bir de düğünü yapıp, muratlarına erseler; çok bir dileği yok çobanın. Üç günlük
ömürde daha ne gerek. Gerisi kendiliğinden olur. Çoluk çocuğa karışırlar zamanla.
Kimbilir belki bir çift camışları olur zamanla. Sütünü peynirini satarlar. Daha bir rahat
olurlar. Camışlar birken iki olur; iki iken üç. Neden olmasın, herkesin nasıl oluyor.
Sürüyü önüne katıp, dağ, bayır dolaşırken bunları düşler çoban. Düğün de gelip
dayanmıştır zaten. Bir elbise kestirmek gerek. Ele güne karşı ayıp olur yoksa. Hiç
yeni elbisesi olmamıştır zaten. Şöyle lacivert bir takım! Kumaş olması şart değil.
Siyah da olsa olur. Yeter ki yeni olsun. ""Güveyinin elbisesi eski"" demesinler.
Postalları da yenilese iyi olur. Hoş postallar göze batmaz pek. İlla ki lacivert elbise!
Postalları boyatsa da olur.
Ve gelir düğün günü. Bir yanda davul zurna, bir yanda saz söz. Herkes sevip, yardım
ediyor çobana. Kimisi davul tutmuş, kimisi düğün aşını yapıyor. Kimi de, bir tokluyu
boynuzundan çekip, bağlamış çobanın evinin önüne. Köylü bir can gibi olmuş
çobanın düğününde. Herkes düğünün sahibi; herkes düğünün çağrılısı. Kimi halay
çekiyor, kimi su dağıtıyor. Kimi de yer sofralarına çeki düzen veriyor.
Güveyi derseniz çok mutlu. İçi içine sığmıyor. Nişanlısına kavuşacak bir yandan;
köylünün dayanışması, yardımı kıvandırıyor bir yandan. Ha! Sığırları sabahın erinde
vurmuş bayıra. Yayılıp duruyorlar. Başlarında da bir çocuk var. Bugünlük bakıyor.
Yarından sonra geçecek yeniden sürünün başına. Bir yandan lacivert elbisesine
bakıyor sık sık; öte yandan sığırları düşünüyor. ""Allah vere bir aksilik olmasa. Elin
ekinine girip, ziyan vermese hayvanlar. Vuruşup birbirini yaralamasa camışlar"" diye
geçiriyor içinden. Davullar da hızlı hızlı vuruyor bir yandan. Akşam yakın.
Gelin, neredeyse getirilecek. Kız evinden, kızı almaya gitmiş kalabalık. Güveyin
yanında yalnızca iki sağdıcı var. Uzaktan sürüyü teslim ettiği çocuk görünür. Nefes
nefesedir. ""Seyfettin emmilerin camışıyla, Sabri eminin camışı birbirine girdi. Kıran
kırana düvüşüyorlar"" der. Güvey ne yapacağını şaşırır. O, sağdıçlara bakar;
sağdıçlar ona. Gelin geldi gelecek. Davulun sesi yaklaşıyor. sabri eminin camış gelir
gözünün önüne. Elinde büyümüştür. Malaklığını bilir. Ya öteki, kıyamazsın bakmaya.
Birinden biri yıkılacak alana. Davulu da, gelini de unutur bir anda. Bir koşu tutar yolu.
Dövüş alanına ulaşır. Sağdıçlar da peşinde. Girer kavga eden camışların arasına.
Camışlar dövüşe dövüşe bayırdan aşağı inmişlerdir. Çayıra ulaşıp, ikisi iki yana
çekilmiştir. Yani dövüşün tam ölüm kalım anıdır. İki camış birbirinden yüz metre kadar
uzaklıkta, ayaklarıyla otları kazıyor. Burunlarından alev fışkırıyor sanki.
Çoban iki camışın ortasına geçer. Her zaman yaptığı gibi kollarını açar iki yana. Açar
ya, bu çoban eski çoban değil ki! Partal giysiler, yerini lacivert elbiseye bırakmıştır.
Hergünkü giysiler nerde, lacivert elbise nerde? Bu giysilerle değil camışlar, kırk yıllık
arkadaşı görse tanıyamaz çobanı.
Camışlar iyice eşinip kızdıktan sonra, hızla koşmaya başlarlar. Öyle bir hızlanırlar ki
he hey! Çoban ortalarında. Kenardan durumu seyreden sağdıçlar heyecanlı.
Camışlar vardı varacak. Hiçbir durma belirtisi yok. Hızları artıyor üstelik. Çoban
kendinden emin. Hareketsiz duruyor. Her zamanki gibi, gelip bir metre yakınında
duracaktır camışlar. Sonra biri bir tarafa; öteki öbür tarafa. Ama öyle olmuyor bu kez.
Çobanın yeni elbisesini tanıyamıyor camışlar. Kokusunu alamıyorlar. Öyle bir
vuruşuyorlar ki, aradaki çobanın kemik sesleri geliyor. Sonra kıpkızıl kana boyanıyor
damat elbise.
Haber köye ulaştığında, gelin indirme havasını çalan davullar susuyor, zurnalar
çalmaz oluyor. Ve olay halkımızın yaratıcı diliyle, "Kara camışları vurdum bayıra"
türküsüne dil oluyor.
GARA CAMIŞLARI VURDUM BAYIRA
Camışları vurdum kıra bayıra
Döğüşe döğüşe yendi çayıra
Güveyiye deyin gelip ayıra Güveyin işini Allah gayıra
Giderem giderem Dudu gumru gibi durmaz öterem öterem Hulusi gönülden kalkar
giderem giderem
Bir oda yaptırdım döşedemedim Üç günlük ömrü beş edemedim Kahpe feleğinen baş
edemedim Gelin helalleşin gardaş giderem
Sevgilerimle…