Necip Fazıl, İslami kesimler üzerinde büyük baskıların olduğu bir dönemde öne çıkan
birkaç şahsiyetten birisidir. “Bir devirdi. O tarihlerde( 40’lı yıllar) küfür, bütün
müesseseleriyle bir buz dağı gibiydi. Ortalıkta hiçbir bereket mevcut değildi. Müslümanlık
zindanı camilerden bir hıçkırık sesi bile gelmiyordu. Bu gafiller, adeta ‘camiye girebiliyorum
ya, ne devlet” gibilerinden seviniyorlar ve hadım olmanın oltasında mesut görünüyorlardı.
Şimdi şucu bucu geçinen bazı zümrelere adını vermiş isimlerden hiçbirini görmek mümkün
değildi. Derken meydan açılır gibi olduktan sonra ortaya çıktılar ve kendilerine evliyalık süsü
vermekten de kaçınmadılar.”
Her ne kadar tasavvufi bir hayatı yaşayamasa da fikir ve sanatıyla maneviyatçı ve
mukaddesatçı gençlik üzerinde son derece etkili bir isim olmuştur. Kuşkusuz âlim ya da
tasavvuf şeyhi olmamasına rağmen halk nezdinde bu kadar çok itibar görmesini, hem kendi
döneminde hem de sonraki kuşakları fikirleriyle etkilemesinin sebeplerini tartışmak ayrı bir
yazım konusudur. Ancak şunu ifade etmemiz gerekirse kallavi kitapları deviren, hoca ya da
şeyh diye ortalıkta dolaşan bir takım insanların evlerine sindiği bir dönemde Necip Fazıl’ın er
meydanına çıkabilmesi takdire şayan önemli bir hadisedir.
Üstad, “Büyük Doğu” fikriyle ve 1943 yılında aynı adı taşıyan dergisiyle yeni bir nesil inşa
etmenin derdine düşmüştür. Heyecanıyla gençliğe vecd ve aşk pompalarken dava şuuru
kazandırmaya çalışmıştır. Dünyada ve haliyle ülkemizde de esen komünizm rüzgârına karşı
fikirleriyle set çekmeye çalışan Said Nursi’den sonra önemli isimlerden birisi olmuştur. İki
üstadın usul ve üslupları farklı olsa da amaçları milli ve manevi değerlerle yoğrulmuş bir nesil
inşa etmekten başka bir şey değildi. Büyük Doğu Dergisinin bir ara mali imkânsızlıklar
yüzünden kapanacağı haberini alan Bediüzzaman, “Büyük Doğu çıkmalı, yayını durmamalı;
gerekirse yorganımın birini satın, parasını ona gönderin.” Said Nursi, kendisiyle görüşen
Necip Fazıl’a “Seni Risale-i Nur’a 40 yıl hizmet etmiş kabul ediyorum.” diyerek yaptığı
hizmetlere iltifat etmiştir. Necip Fazıl’da aynı şekilde Üstad için, “Said Nursi Hazretleri,
kesbi olmaktan ziyada vehbi bir ilim ve deha çapında bir zekâ ile nimetlendirilmiş içi vecd
dolu bir insan ve nihai çapta gayesine sadık bir mücahit olup, sürdüğü hayata nispetle bir hâl
ve ruhani makam sahibi olması icap etse de, asıl kıymetinin tefekkürü ve ahlaki sahada
aranması gereken halis bir Müslüman ve örneklik bir mazlumdur.” diyerek takdirkâr ifadeler
kullanmıştır.
Necip Fazıl, davasında korkusuzdur. Şiirlerinde ve özellikle de yazılarında cesurca bir tavır
sergiler. Bazen sözlerinin ucunun nereye gittiğini ve nereye gideceğini pek hesap etmeden
konuşması başına onulmadık işler açmıştır. Fakat o buna çoktan razıdır. Kafasına koyduğu bir
işin hemen gerçekleşmesini ister. Bu noktada sabırsız ve tahammülsüzdür. Bâb-ı Âli’nin önde
gelen kalemşoru, hicivde de hırçındır. Polemiğe bayılır. Susturmadığı çağdaşı yok gibidir.
Özellikle de Peyami Safa ile didişmelerini bilmeyen yoktur. Şairliği ise kuşku duyulamayacak
kadar ileridedir. Sanatındaki meziyetini düşmanları bile takdir edebilmiştir. ‘Bir mısraı bir
millete şeref vermeye yeter!’ Bu söz benim iman tarafım henüz belli değilken o hengâmede
bugünkü düşman cephesinin en kodaman kalemlerinden (Yaşar Nabi Nayır) biri tarafından
hakkımda kondurulmuş teşhistir. Yarabbi; nezdinde en aşağı müminlik mertebesinin ancak
ayak tozlarını silmeye memur bir dereceye bile layık görmeyerek böyle bir iddiadan bile
kemiklerimi ürpererek kaydediyorum. Sadece senin dininden, hak olan yolundan, tek olan
kapından nefret ettikleri için, nefret edilmek bana ne muazzam payedir.”
Günümüzde köşe başını tutan birçok bürokratın, siyaset adamının, akademisyenin ilham
kaynağı olan mütefekkir Necip Fazıl, aynı zamanda aksiyon sahibi birisidir. Dergi ve kitap
işleri, gazete yazıları, konferanslar, hapishaneler boş vakte imkân vermeyecek kadar fazlaydı.
Şiirlerini masa başında yazan bir şair hiç olmadı. Hemen hemen her şiirinin öncesi ve sonrası
bir hikayesi var. “Kaldırımlar” şiirini hafakanların bir balyoz gibi başına indiği bir dönemde
yazar. Henüz 24 yaşındayken “Kaldırımlar” şairi olarak tanınır. “Zeybeğin Ölümü” adlı şiirini
idam edilen Adnan Menderes’in ardından kaleme alır. “Zindandan Mehmed’e Mektup”u en
sıkıntılı olduğu hapishane koridorlarında mekik dokuyarak yazmıştır.
Şiiri hiç bırakmadı. Vefat edeceği ayın içerisinde bile şiir yazmaktan geri durmadı. Efsane
“Sakarya” şiiri ile sinmiş mukaddesatçı gençliğe öz güven pompaladı.
“Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya
Yüz üstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya!”
Şiirlerinde yırtık bir libası göremezsiniz. Kelimelere bir terzi marifetiyle vücut giydirir.
Hafızaya kazınacak şiirleri pek fazla. Üslubu sert olsa da şiirlerinden zarafet ve estetik akar.
Konular umumiyetle mistiktir. Fakat örtülü bir mistisizm vardır. İfadeleri göze sokulur tarzda
değildir. Şiirlerinde gelenekle modernizm iç içedir. Dil yalın ve anlaşılır olmakla birlikte
anlam derinliği/müphemlik hat safhadadır. Kafiyeli şiiri basitlikten kurtaran adamdır Necip
Fazıl. Nesirde bir Cemil Meriç olamasa da şiirde zirveyi kimseye bırakmaz.
Fikir açısından bir değişim yaşaması bazı muhitlerde hoş karşılanmamıştır. “Sanatına
kıyan geri adam, sabık şair” diye yaftalanır. Sanat meziyeti sadece şiirleriyle mukayyet değil.
Her edebi türde onlarca eser vermiştir. Şiirimsi bir tarzda yazdığı, Peygamberimizi enfes bir
şekilde anlattığı “Çöle İnen Nur” mutlaka okuması gereken nadir eserlerden birisidir. “Bu
eser, benim bütün varlığım, vücut hikmetim, her şeyim… Ben, arının peteğini
hendeseleştirmeye memur bulunması gibi, bu eseri örgüleştirmek için yaratıldım. Şiirlerim de,
piyeslerim de, hikâyelerim de, ilim ve fikir yazılarım da sadece bu eserin belirttiği bina
etrafında bir takım “müştemilat” dan başka bir şey değil.” dediği “İdeolocya Örgüsü” de
mutlaka okunmalı. “Çile” yi okumayanın ne şairliğinden ne şiir seviciliğinden bahsedemeyiz.
“Yirmi yıl müddetçe içimde şeklini bulamayan bir protoplazma halinde yaşadığı” ve ancak
1981 yılında yazmaya muvaffak olabildiği “İman ve İslam Atlası” okunabilecek kitaplar
arasında yerini alması gerekir. Piyesleri ise tam bir başyapıt türünden. “Bir adam yaratmak”
ve “Reis Bey” bir başka ülkede olsa William Shakespeare’in Hamlet’i ya da Othello’su kadar
ilgi görürdü. Türkçeye olan hâkimiyeti tartışılmaz. Kelime avcısı, söz ustası, büyük bir hatip
olduğu da çağdaşlarının ortak kanaati.
Bazı eserlerinde hissiyatının tıpkı şiirleri gibi aklına galebe çalabildiğini müşahede
edebiliyoruz. “Yeniçeri, Ulu Hakan II. Abdulhamid Han, Vahidüddin, O ve Ben, Doğru
Yolun Sapık Kolları” Bunlardan birkaçı. Mevdudi’yi, Hamdillah’ı Seyyid Kutub’u ağır
eleştirmekte hiçbir beis görmez. Sevgisinde de, nefretinde de sınır pek tanımaz. “Ya ol!” vardı
hayatında “Ya da öl!”
Üstatta tasavvufi bir derinliği göremiyoruz. Tarikat berzahındaki merhalelerden geçmiş
değildir. Gittiği tasavvuf yolunda benlik kavramı başı ezilmesi gereken bir hasse iken üstatta
bütün haşmetiyle dimdik ayaktadır. Fakat bitip tükenmek bilmeyen fikir çilesi, hakikate
ulaşma çabası, davasına olan fevkalade bağlılığı ve hatalarını kabul edişi takdire şayandır.
Necip Fazıl’ın ameli ve ilmi zafiyetleri onu ne edebiyattaki mevkiinden düşürür ne de halk
nezdindeki itibarına bir halel getirir. Zira koca şair, her şeye rağmen iyi niyetliydi. Dış
kaynaklı beslemelerden değildi. Yerli ve milli diye tabir edilen bir fikriyatın ta göbeğindeydi.
Küfre karşı müsamahasızdı. Mücadele adamıydı. İnançtaki itikadı sağlamdı. Yaptığı hizmet,
edebiyata kazandırdığı onlarca eserler onu her daim hayırla yâd etmeye yeter artar bile…
Amacımız onun şahsi zaaflarını pazara çıkarmak değil aksine bir prototip olan düşünce
sistemini, belki de şahsında temerküz etmiş dava adamlığını, sanatını ve İslam’a olan
hizmetini ortaya çıkarmaktır. Fakat aydın olmanın sorumluluğu tarafsız bir değerlendirmeyi
intaç eder. Doğrusu bizim de yapmaya çalıştığımız bundan başka bir şey değildir.
Üstadın ömrünün son dönemlerini ve onun bir şiirine(kafiye) yazdığım nazireyle yarın
bitirelim inşallah…