Özgüven, hayatta başarılı olmak için sahip olunması gereken önemli bir duygudur. Kimi insanlar küçük yaşlarından itibaren özgüveni yüksek olarak yetişir, kimi insanlar ise düşük özgüvenleri nedeniyle hayata tutunmaya çalışır. Kişi kendine inanmaz ve bir işi yapma noktasında kendine güvenmezse bu sadece o işin olumsuz sonuçlanması ile sınırlı kalmayıp insani ilişkileri tümüyle olumsuz etkileyen bir neticeyi verir.
Özgüveni anlatan meşhur bir hikâye şöyle rivayet edilir: “Eski zamanlarda bilge bir kral emrindekilerden birisine önemli bir görev vereceğini açıklar. Pek çok kişi bu göreve talip olunca kral bir seçim yapmak zorunda kalır. Sonunda bir imtihan düzenlemeye karar verir. Kral, adayları sarayın dış kapısının önünde toplayarak bu çok büyük saray kapısını tek başına açabilenin görevi alabileceğini söyler. Kapı çok büyük ve ağır olduğundan tek bir kişinin bu kapıyı açıp kapatması söz konusu bile değildir. Adaylardan bazıları umutsuzca başını sallar. Peşin hükümlü olmayanlar ise kapıyı daha yakından incelemek ister; fakat onlar da kapıyı açamayacaklarını belirtir. O sırada kralın vezirlerinden biri kapının yanına giderek dikkatlice kapıyı yoklar ve bütün gücüyle kapıya yüklenir. Kapı ağır ağır açılmaya başlayınca herkesin hayretten ağzı açık kalır. Aslında durum göründüğü kadar karmaşık değildir. Kral, önceden kapının arkasına gizlice bir düzenek yaptırmış ve bu sayede kapı tek bir kişi tarafından açılabilmiştir. Kral, adaylardaki deneme isteği ve onların kendilerine olan güvenini” ölçmek için böyle bir yola başvurmuştur. Kral görevi almaya hak kazanan vezirini yanına çağırır ve şöyle der: “Önyargılarından sıyrılarak kendi gücünü devreye soktuğun ve denemeyi göze aldığın için saraydaki görevi sen hak ettin.”
Gerçek kişiler için önemli olan özgüven duygusunun tüzel kişilikler için de önem arz ettiği bir gerçektir. En büyük tüzel kişilik olan devletlerde de bu duygunun varlığı/yokluğu dengelere ciddi olarak etki eder. Bir milletin/devletin özgüveni kendisiyle barışık olması ile doğrudan ilişkilidir.
Türkiye siyasi tarihine sıradan bir vatandaş olarak bakıldığında bazı sahneler insanın içini hala acıtmaya devam ettiği bir gerçektir. Uzun yıllar hafızalardan silinmeyecek olan 28 Eylül 1999 tarihli Ecevit-Clinton görüşmesi bunlardan birisi. Devletin tüzel kişiliğini ve milleti temsil eden başbakanın duruşu, buna karşılık muhatabının diplomasiden uzak tavırları o tarihlerde milletin vicdanını bir hayli yaralamıştı. Yine o yıllarda Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi dar boğazdan faydalanan AB ve IMF temsilcilerinin elleri arkalarında talimat verip gitmelerini de tarih kaydetti. Çünkü para veren emir veriyor, para alan emir alıyordu. Bu işler böyleydi.
Türkiye’nin bu acınası halinden ıstırap duyan, yerli ve milli bir bakış açısına sahip, dünyanın en genç profesörü (26 yaşında) unvanını kazanmış bir bilim ve fikir adamı olan Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu, o yıllarda kaleme aldığı “Bye Bye Türkçe” adlı kitabında bir durum değerlendirmesi yapmakla kalmayıp geleceğe dair önemli bir öngörüye de yer verir:
“İkide bir işimize karışan Batılılara gelince; önce bu Batılıları tarihleriyle, ayıpları ve gerçek niyetleri ile iyi tanımamız gerekir. Onları gözümüzde büyütmemeli, zayıf taraflarını da iyi bilmeliyiz. Bize “insan hakları” dersini kim veriyor? Almanların daha elli yıl önce Musevilere, bugün Türklere yaptığına bakınız. İngilizlerin İrlanda’da yaptığını Türk hiçbir yerde yapmamıştır. Ya ABD? Amerika yerlilerinin uğradığı soykırım ve kültürel soykırım bugün dahi süregelmektedir. Ya kendini büyük vehmeden Fransa? Kendi içindeki ve Cezayir’deki Müslüman ahaliye yapmadığı kalmıyor. Böyle ülkelerden gelip de hükümet mensuplarımıza ders vermeye kalkanlar önünde özür diler tavırlar takınan, hatta onların gözüne girmeye çalışan onuru eksik kişilere artık bu milletin tahammülü kalmamıştır. Yakın gelecekteki onurlu yetkililerimiz batıdan gelenlere cevaben kibarca Batı Trakya’dan, Kerkük’ten, Bosna ve Çeçenistan’dan bahsedecekler.”
Sinanoğlu bunu başarmanın “gönül ehli, haysiyet sahibi, kendine ve milletine güvenen bir toplum” ile “millet ve tarihiyle bütünleşmiş bir hükümetin varlığına” bağlı olduğunu da yazısında dile getirir.
Yakın zamanda yaşadığımız olayları bu çerçeveden değerlendirdiğimizde Oktay Sinanoğlu’nun bahsettiği “o günün bugün” olduğu söyleyebiliriz. Bizi yirmi yıl önceki Türkiye olarak gören Avrupalı yetkililer parmak sallama gafletinde bulunduklarında artık hak ettikleri cevabı alıp öyle gidiyorlar. Ermenistan’ın hukuksuzluğu, ona arka çıkanların suratına -hem de misafir olduklarına bakılmaksızın- çarpılıyor. Bugün artık İslam’a yön vermeye çalışan hadsiz Fransa’ya Cezayir’deki katliamlarını hatırlatan, Filistin’in derdini kendi derdi telakki ederek BM’de bunu gündem yapan bir cumhurbaşkanımız var. Çıkarları doğrultusunda Türkiye’ye ayar vermeye çalışanlara “Siz hangi hakla Türkiye’yi uyarıyorsunuz?” diyen bir dışişleri bakanımız var.
Bütün bunlar bir milletin kendi gücünün farkına varması, dolayısıyla da özüne doğru gerçekleşen bir dönüşümün sonucudur. Öyle ya, nasılsak öylece idare olunuruz.
Eyvallah kardeşim.Vesselam.