Adamın biri doktora gider, “Beyefendi, karımın kulakları çok zayıfladı fakat kabullenmiyor” der. Doktor: “Kulağının duyup duymadığını ölçmek için eşiniz arkası dönükken önce beş metreden bir şey sorun, sonra iki metreden, en son otuz santimden… Bunu yaptıktan sonra bana sonucu bildirin, der.
Adam akşam eve gider; karısı mutfakta, arkası dönük yemek pişiriyor. Önce beş metre uzaktan sorar:
“Hanım ne pişiriyorsun?” Çıt yok. İki metreye yaklaşıp sorar:
”Hanım ne pişiriyorsun?” Çıt yok. Otuz santimden bağırır:
”Hanım ne pişiriyorsun?” Kadın döner ve “Deminden beri köfte diyorum ya!” der.
Toplumsal yaralarımızdan biri olan ‘’özeleştiri yapamama’’ hastalığımıza bu çarpıcı hikâyeyi anlatarak başlamak istedim.
Bu hataya birçoğumuz düşeriz. Kendi kusurumuzu görmeyiz de dışarıda kusur ararız. Çünkü dışarıdakini görmek, içeridekini görmekten daha kolaydır. Kolay olan karşındakinde kusur bulmaktır, zor olan ise özeleştiridir. Kendini yargılamak başkalarını yargılamaktan daha zordur. İnsanoğlu nefsi gereği maalesef kolayı tercih eder. Bununla mücadele etmek ve değişmeye çalışmak ağır gelir. İlk önce sorgulamamız gereken kendimiziz; çünkü en iyi eğitmen özeleştiridir.
Özeleştiri; insanın kendi duygu, düşünce ve davranışlarını belirli gerçeklik ve değerlerler çerçevesinde ortaya koyması ve değerlendirmesidir. Kısaca; insanın kendisini eleştirmesidir. Özgüven duygusu içerisinde, hatalarını görmeyi ve hatalarından vazgeçebilmeyi göze alma cesaretini gösterip, yenilenmek ve ilerlemek adına kararlı davranmasıdır.
Önyargı boyutuna geçmemiş belli ölçüdeki özeleştirinin, insanların kendi davranışlarını değerlendirmesinde ve şekillendirmesinde olumlu bir etki yarattığı bilimsel bir gerçektir.
Esas mesele başkalarını hesaba çekmek değil, kendi nefsimizi hesaba çekebilme erdemi ve olgunluğunda olabilmektir. Kendini hesaba çekmeden başkalarını eleştirmek en basit tabirle sorumsuz, ham ve hadsiz olmaktır; muhatabın hak ve hukukunu hiçe saymaktır.
Başkalarını suçlamadan, onları acımasızca eleştirmeden önce kendimizi hesaba çekmeli, kendimizi düzeltip kemâle erdirmeliyiz. Empati duygusuyla hareket edip, bulunduğumuz makama, işe, konuma, role layık olup olmadığımızı sığaya çekmeliyiz.
Esasında eleştirel bir bakış açısı, gelişimin altın anahtarıdır. Bu durum gerek insanın kendinde gerekse toplumsal tüm olaylarda böyledir. Düşünen insan, eleştirel bakabilen insan demektir. Yapıcı olmayan ve kâtî bir muhalif bakışla olaylara bakan insanı bu kategoride değerlendirmekten bahsetmiyoruz tabii ki! Bu iki farklı bakışı birbirinden ayırmak gerekir. Gerek insanların yaşamı, gerekse ülkelerin tarihi bu ayrımı yapamamanın olumsuz sonuçlarıyla doludur.
Bir ülkeyi, bir toplumu veya bir insanı geliştirecek temel faktör eleştirel düşüncedir. Eleştirel düşünce olmadan ne bilim, ne yaşam, ne siyaset, ne de toplum yenilenmez. Yapıcı olmayan bağnaz bir bakışla olmayacak elbet bu. Ama yaşanan kısır döngüye, çekişmelere ve sorunlu gelişmelere karşı üç maymunu oynamanın sorumluluğu da vebali de yetkili-etkili idareciler ile itibarlı, akil ve aydın insanlardadır.
Konuya ışık tutabilecek ibretlik bir öyküyle de yazımızı sonlandıralım… Kanuni Sultan Süleyman… Hükümdar olduğu devir, devletin en kudretli dönemleri… Tam 46 yıl Osmanlı’nın, en uzun süre tahtta kalan padişahı…
Kanuni Sultan Süleyman, zamanın büyük Türk âlimi Yahya Efendi’ye gönderdiği mektupta, “Bir devlet ne zaman çöker ve sonunda ne olur?” diye sorar.
Devrin kudretli sultanından gelen bu mektubu okuyan Yahya Efendi’nin cevabı ise gayet kısadır: “Neme lazım be Sultanım!”
Sultan, bu söze bir mana veremez. Zira Yahya Efendi gibi bir zat, böylesine ciddi bir meseleyi basit bir cevapla geçiştirecek biri değildir. Kalkar, Yahya Efendi’nin Beşiktaş’taki dergâhına gider. Sitem dolu bir şekilde “Ağabey ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al!” diyerek, sorusunu tekrar sorar.
Yahya Efendi duraklar, “Sultanım, sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi? Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz etmiştim” diye cevap verir.
Kanuni “İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece “neme lazım be Sultanım!” demişsiniz. Sanki ‘beni böyle işlere karıştırma’ der gibi bir mana çıkarıyorum”
Yahya Efendi bunun üzerine, ibret dolu şu sözleri söyler:
“Sultanım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlıklar ayyuka çıksa… İşitenler de neme lazım, deyip uzaklaşsalar; sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese… Bilenler bunu söylemeyip sussa, gizleseler; fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin, feryadı göklere çıksa… Bunu da taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayiş ve emniyete vesile olan itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlal de böylece mukadder hâle gelir.”
Ağlamaya başlayan koca sultan, söylenenleri başını sallayarak tasdik eder, sonra da memleketinin, kendini en kudretli dönemde bile eleştirebilen ve ikaz eden böylesi bir âlime sahip olmasından dolayı Allah’a şükreder…
Öz eleştiri kadar, eleştirel düşüncenin de önemli olduğu su götürmez bir gerçektir. Doğru yerde, doğru zamanda, gerçekleri özgürce ifade edebilenler var olduğu sürece güzel günler hep var olacaktır…