İzlediğim bir tartışma programında kendisini laik olarak niteleyen bir konuşmacı, “demokrasi özgürlük vaat eder; İslam ise itaat ve biat kültürüdür” demişti. Bu sözü çok düşündüm. Öncelikle bu cümlede dine bir saldırı var mı diye düşündüm. İslam’ın itaate yaptığı vurguyu yok sayamayız. Allah’a ve Resulüne itaat, anne ve babaya itaat, emri altında olduğumuz idarecilerimize itaat gibi hususları görmezden gelemeyiz. Bu cümlenin bir tasvir cümlesi olduğu ve bir taarruz ihtiva etmediği sonucuna vardım. Dinle ilgili sarf edilen ve müspet olduğu düşünülmeyen her sözde müdafaaya mı geçilmeli? İslam müdafaa edilecekse bu nasıl olacak? Mesela “İslam demokrasiden daha fazla özgürlük vaat eder” mi denecek? İslam’ı müdafaa edeyim derken onu olduğundan farklı göstermek ne kadar doğru olur?
İçimizde dini hassasiyeti yüksek birçok kardeşimiz bu durumda savunma durumuna geçiyor. Farkında olmadan zihinsel bir dönüşüm yaşıyor. Bazen şöyle dediğim olur: İnsanların fikirlerini değiştirmek mi istiyorsunuz? Israrla o fikirlere karşı saldırıya geçin. Muhatabınızın savunma moduna geçmesi çok önemlidir. Muhatabınız savunma moduna geçtikten sonra işiniz kolay olacaktır. Çünkü her savunma, aslında saldıran tarafın yaklaşım biçiminin ve yönteminin kabulü anlamına gelmektedir. Siz bu durumda şunu söylemiş oluyorsunuz: “Sizin bildiğiniz gibi değil. İslam özgürlük vaat eder, insanları kısıtlamaz.” Girdiğimiz müdafaa pozisyonu hakikate mutabık mıdır? Bu soruya müspet cevap veremeyiz. Aceleci biçimde İslam’ı savunmaya geçerken belki de onun doğru anlaşılması çizgisinden uzaklaşıyoruz. Varsın İslam demokrasi kültürüne uymasın, bunun ne zararı olur? Başlangıçta tepki gösterilen nice mefkûreler zaman içinde kafalarda ve kalplerde yerli yerine oturacaktır.
Kişinin dindar ve ahlaklı olma sözünü aleni olarak vermesi, Allah ile kendisi arasında bir sır olan dindarlığını müspet manada geliştirmektedir. Bu söz verme, kime karşı olacak? Sağlığında Hz. Peygamber’e karşı olmuştur. Vefatından sonra da peygamber vârisi âlimlerden birine olma durumu söz konusudur. Peygamberin hâliyle hâllenip, sünneti üzere bir hayat süren kimse, peygamber varisidir. Peygamber varisi olmaya lâyık davranışlar gösteren kimseye gösterilen saygı, onun ruh dünyasına yapılmış bir tazyik, verilmiş bir mesajdır. “Biz seni kendimize örnek alıyoruz, sen de kendine dikkat et” mesajı, aynı zamanda örnek alınacak insan arayışıdır. Başkalarının kendisini olduğundan daha yüksek görmesi herhangi bir âlimi, sünneti yaşama konusunda daha titiz olmaya sevk eder. “Peygamber vârisi âlim” hakikatini kabul etmediğinizde insanların dînî bakımdan sahipsiz kalmasını da kabullenmiş olursunuz. Söz vererek kendini bağlamak bir iman ve dindarlık hamlesidir. Kur’an’da 23 yerde mîsâk kelimesi geçer. Bu kelime, umumiyetle Allah’a verilmiş söz anlamındadır. Peygambere verilmiş söz için de bîat/بيعة fiili kullanılmıştır. Allah, peygamberine verilen sözü de kendine verilmiş söz gibi saymaktadır:
“Sana yeminle bağlılık sözü verenler gerçekte bu sözü Allah’a vermiş oluyorlar, Allah’ın eli onların elleri üzerindedir. Bu sebeple kim Allah’a verdiği ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur, Allah’a verdiği sözün gereğini yerine getirene ise Allah yakında büyük mükâfat verecektir.” (Fetih 48/10)
Bîat, dînî bir otoriteye Allah’ın emir ve yasaklarına uygun bir hayat yaşama sözünün verilmesidir. Buna dindarlık sözü de diyebilirsiniz. Hadis külliyâtında bîat ile ilgili hadisler geniş yer tutar. İmam Nesâî (ö. 303/915) Sünen adlı eserinde bu konuya geniş yer vermiş bir muhaddistir. “Kitâbü’l-bîa” ismiyle özel bölüm açmıştır. Bu bölümü mütalaa ettiğimizde aşağıdaki noktaları tespit etmemiz gerekir:
1.Allah’ın kitabına uygun bir hayat yaşamak münferit değil, içtimaî bir mesuliyettir.
- İktidarı elinde tutan siyaset erbâbının sadece toplumun can ve mal emniyetini temin sorumluluğu bulunmamaktadır. Aynı zamanda toplumun dînî hayatının da devamı, değerlerin sonraki nesillere aktarılması ve yaşatılması sorumluluğu da bulunmaktadır.
- Siyasî otorite ve dînî otorite şeklinde bir ayrım Hz. Peygamber’in uygulamalarıyla (sünneti ile) uyumlu değildir. Siyasi otoritenin dine sahip çıkma sorumluluğu vardır. Bu görevi yaptığı sürece, dînî açıdan da itâatin gerekliliği söz konusudur.
Sahîh-i Müslim’de “imâre/yöneticilik” adıyla iyi mütalaa edilmesi gereken dikkate değer bir bölüm bulunmaktadır. İmam Müslim bu bölümde sadece Müslüman bir toplumda idare işinin nasıl olacağı ve ahâlî-i İslâmiyye’nin yöneticilerine karşı nasıl davranacağı üzerinde durmamıştır. Buna ilave olarak Müslüman bir toplumda zikredilebilecek bütün güzel değerlerin, yani adaletin, istikâmetin, her türlü iyiliğin ve ihsânın nasıl sürebileceği üzerinde de durmuştur. Bu açıdan bakıldığında yöneticiler dâhil herkesin okuması gereken kısımlar ihtiva etmektedir. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de idare tarzları üzerinden insan unsurunun keyfiyeti ve kıvâmı şekillenmektedir. Bugün bir anket yapsak ve “demokrasi bir idare tarzı mıdır yoksa bir hayat tarzı mıdır” diye sorsak acaba kaç kişi “sadece idare tarzıdır” diyecektir? Ben bu tercihi kullananların oranının fazla çıkmayacağını düşünenlerdenim. Günümüzde birbirinden bağımsız ulus devletlere “demokrasiler” deniyor. Üretimin karşılığı olmayan küresel sermaye, bu demokrasileri bir biçimde finanse ediyor, ayakta kalmasını sağlıyor. Bu iktisadî çark, kendi insan tipini de yetiştirmektedir. Her sandığa gidişin bir maliyeti, devletin iktisadına getirdiği bir yük var. Buna rağmen her seçimi müteakip fazla zaman geçmeden yenisi talep ediliyor.
Demokrasi insanlara konfor vaat ediyor. İnsanlar, şehir yerlerinde kaloriferli evlerde konforlu, sigortalı, rahat bir hayat yaşamak istiyor. Kimse ırgat olmaya, işçi olmaya razı değil. Tarım için köylerde değil de kutu gibi evlerden kutu gibi arabalara binip kutu gibi iş yerlerinde çalışmak daha cazip geliyor. Özgür birey olmak, yalnız yaşamanın da şehvetini kamçılıyor. Bağımsız birey olarak kendinden başka kimsenin olmadığı bir evde bir başına yaşamak, bir arzu olmanın ötesinde çoğu zaman bir alışkanlığa dönüşüyor. Münferit yaşamak, kimsenin emrinde olmamak cazip geliyor. Beden işçisi olmak isteyenlerin sayısı her geçen gün azaldığı için tarım ve hayvancılık can çekişiyor. Her yıl tatil yapmak ekmek gibi, su gibi bir ihtiyaç haline gelmiştir. Köyler, sadece tatil yeri seçeneklerinden birisi durumdadır.
Demokrasi kültürü özgür, bağımsız birey kültürüdür ve bu yetiştirdiği insan, İslam’ın önerdiği insan tipine uymamaktadır. Sahih-i Müslim’in İmâre bölümünde geçen bir hadis şöyledir:
مَنْ خَلَعَ يَدًا مِنْ طَاعَةٍ، لَقِيَ اللهَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ لَا حُجَّةَ لَهُ، وَمَنْ مَاتَ وَلَيْسَ فِي عُنُقِهِ بَيْعَةٌ، مَاتَ مِيتَةً جَاهِلِيَّةً
“Kim (idareciye) itâatten geri durursa Allah’ın huzuruna delilsiz ve dayanaksız bir şekilde çıkar. Kimde (birine) biat bağı olmadan ölürse cahiliye ölümü gibi ölmüş gibidir”. (Müslim, İmâre, 58) Bu hadis bize ne söylüyor? Müslümanın bağlı olduğu bir yer olacak, başına buyruk olmayacak. Kendisini murakabe edecek bir çevresi, yakınları olacak. Kişinin hem sağlığına hem diyânetine nezaret eden yakınları, dostları kardeşleri olacak. Biat, Müslüman bir toplumda “dinin geleceğinin” emniyete alınması ile ilgili bir durumdur. “Ümmetimden hak üzere olan bir topluluk olacaktır” hadisi (Müslim, İmâre, 170) de mümini, her dâim hakikat arayışı içinde olmaya sevk eder. Hak üzere olunmadığının ortaya çıkması durumunda bağlı bulunulanın değiştirilebileceğine işaret eder. İnsanın durduğu yer neresi olursa olsun hakikat arayışı ve Allah’a karşı samimiyeti ilahi mizanda değer bulacaktır. Din, nitelikli, ahlaklı ve adaletli insan yetiştirir. Devlet ise her farklı durumun hesap edildiği kanunları üretir. İnsanın güven vermediği yerde kanunun güven verişi de şüphelidir. Büyüklerimden hep şu cümleleri işittim. Cumhuriyet bir insan yetiştirme projesiydi. Bu proje kendi insanını yetiştirdi, onuncu yıl marşı bir dünya görüşünün terennümüdür. Okullardaki pozitivist eğitime karşı nesilleri korumak için cemaatleşmeler oldu. 1950’lere kadar ahâlînin dinine yönelik baskı vardı. Ondan sonra hürriyet ortamı geldi. Geldiğimiz noktada ne durumdayız? 50’li yıllarda mütedeyyin camiayı coşturan şeyler ile Batı değerleriyle yetişmiş, diplomalıları coşturan şeyler farklıydı. 2020’lerde hangi konuları müzakere ediyoruz? Günümüzde mütedeyyin münevverler ile Batı değerleriyle yetişmiş ‘okumuş’ların söylemleri birbirine yaklaştı. Yaşadığımız demokrasi kendi insan tipini yetiştirmekle kalmadı, mütedeyyin münevverlerin de kanaatlerini etkiledi. Onlar da artık cemaatlerin çokluğunu, her önüne gelenin bir sosyal medya kanalı açarak adam toplamaya kalkıştığını konuşuyor. Hür ortam bazen dinle ilgili bir keşmekeş, fitne ve kargaşa haline sebep olabiliyor. Ama şunu bilelim: 50’lerden önce dine baskı yapan irade ile 50’lerden sonra hukuk, eğitim ve istihdam nizamını değiştirmeden “göstermelik dine hürriyet havası” estiren irade aynıdır. Kendini dine kayıtlı olarak tanımlamayan devletin “dine sahip çıkma” görevi olmaz, sadece kontrol etme görevi olur, hatta yüzlerce naylon cemaat ve dini yapının oluşması işine gelir. Oluşturulan kaos ortamında herkes “bu kadarı da olmaz, devletin dini denetlemesi lazım” demeye başlar.
Bir şeyi denetleyebilmek için onun ruhunu, tabiatını anlamanız lazımdır. Dine kayıtsız bir zihnin veriye dayalı dini, anlaması mümkün değildir. Çünkü bu konu bilgi/veri odaklı bir konu değildir. İmanın nedeni, veriye dayalı bilgi değildir. İnsanlar bildikleri için iman etmezler. İmanı bilgiden çok ilimle ilişkilendirmek daha doğrudur. İlim, veriye dayalı olmayan dolaysız bilgiyi de ihtiva eder. Ruhun “hakikati idrâki” demek olduğu için ilmin tabiatında, amele dönüşme kabiliyeti bulunmaktadır. Veri anlamını taşıyan dolaylı bilgi, çoğu zaman insanda bir değişikliğe sebep olmaz. İlim bilgiden farklı bir şeydir, ruha dokunduğu için insanda müspet manada değişikliğe yol açar. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu” (Zümer 39/9) ayetinin siyak ve sibâkı, tamamıyla iman konusu ile ilgilidir. Bu âyette geçen bilgi, ilimdir. Bu âyette dünya hayatında işlediğimiz sevapların mükâfatını, günahların da cezasını bilip idrak edenlerin böyle olmayanlarla aynı olmayacağı şeklinde bir anlam söz konusudur.
Dine kayıtsız yaklaşım sahiplerinin, dini anlaması neden mümkün değildir? Dini bir ölçü olarak esas almayan zihin, şöyle işlemektedir: Birbirinden farklı yüzlerce inanç sistemi var. Hangisinin doğru ve hakikat olduğu meçhuldür. Bu sebeple hepsine eşit mesafede ve tarafsız olmak lazım diye düşünüyorlar. Bu düşünüş tarzı zihnî bir yanılsamadır. İnanç sistemleri farklı olsa da dindarlık aslında tektir. Allah’a yönelişin biricikliği ve orijinalliği tektir. Dine kayıtsız zihin, dindarlık ile inanç sistemini birbiriyle eşitlemektedir. İnanç sistemleri din değildir. Din senin 24 saatini ve 365 gününü nasıl şekillendiğindir. Bu şekillenmeye göre iki din vardır. Tevhid dini şirk dini. “Sizin dininiz size, benim dinim bana” âyeti bunu anlatır. 24 saatimiz Allah’ın tercihleri ile şekilleniyorsa bu tevhid dinidir. Tevhid ile şirk arasındaki asıl mücadele meşruiyet mücadelesidir. Şirk dininde insanın yaptığı her iş meşru iken, tevhid dininde kaynağını Allah’tan alan her iş meşrudur. Putlar, sınır tanımayan bireysel tercihlere meşruiyet vermek için kullanılan birer vasıtaydı. Birinci akabe biatı, hiçbir surette değiştirilemeyecek ana konular ile ilgiliydi. Dinin tahrifi meselesini, cana kıyma gibi zina gibi birinci akabe biatında da yer alan ve ilahi kaynaklı meşru alanı, doğrudan ve kesin biçimde ihlal eden işlerde aramak gerekir. Muharreflik mefhumunun teorik inanç sistemlerinde aranması modern bir yanılsamadır. Muharrefliği, büyük günahların meşru sayılmasında, âile değerlerinin ve insan kaynaklarının sürdürebilirliğinin ihmal edilmesinde aramak daha doğrudur.
Dine kayıtsız otoriteler ve üst akıllar, din ile ilgili iki tutum sergilemektedir: Ya 50’li yılların öncesinde olduğu gibi baskı ile dindarlığı sindirmek veya 50’li yıllar sonrasında olduğu gibi her önüne gelenin cemaat kurmasına fırsat verip din ile ilgili kargaşa ortamına imkân sağlamak. Üçüncü bir tutum neden mümkün olamamaktadır? Çünkü dindarlık ve dine kayıtsızlık, tabiatları gereği birbiriyle uyuşmamaktadır. Birinin bulunması durumunda diğerinin bulunmaması zorunlu olmaktadır. Bu yüzden dine kayıtsız otoritelerin iklimi altında uzun süre yaşayan mütedeyyin münevverler, değişimden nasibini almaktadır. Boynunda dînî otorite olmayanın, başka otoriteyi kabullenmesi eşyanın tabiatının bir gereğidir. Hz. Peygamber, boynunda biat bağı bulunmadan ölenin cahiliye ölümü üzere öldüğünü söylemesi belki de bu yüzdendir. Kalbimiz ve zihnimiz seküler iklime kaydıkça mütedeyyin camiaya olan tolerans katsayımızda da azalma görülmektedir. “Dindar kesimde kaos var” sözünü eskiden kendi değerlerimizden uzak iklimlerde yetişmişler söylerdi. Şimdi bize kendi değerlerimizi öğreten büyüklerimiz söylemeye başladı. İslam, demokrasiden daha fazla özgürlük vaat etmez. Naylon tarikatlar ve yeni dini hareketlerin oluşturduğu keşmekeş, devletin dine kayıtsızlığını meşrulaştırmaz. Devlet dine sahip çıkma yönüyle iradesini ortaya koymalıdır. Din alanındaki tüm kargaşanın sebebi, devletin dine sahip çıkmada irade ortaya koymaması ve kendini dine karşı tarafsız olarak tanımlamasıdır.