Niye yalan söyleyeyim uzun yıllar Oğuz Atay’ın “Tutanamayanlar” kitabını okumaktan çekindim. Sebebi yazarından dolayı değil elbet. Tuğla kalınlığındaki kitaplardan hep ürkmüşümdür. Bir sürü zaman ayır sonra elindeki her şey bir köpük gibi kayıp gitsin. İnsanın okuduğuna hayıflanır olması olacak iş değil. Fakat sosyal medyada bu kadar çok sitayişle bahsedilen bu kitaba daha fazla kayıtsız kalamazdım. Ve nihayet bir gün beni sabırla bekleyen malum kitapla buluşma vaktimiz gelmişti. Öncelikle kitabın başlığını okuduğumuzda hayatımızda tutunamadığımız ne de çok şeyin olduğunu hatırlarsınız. Kimisi bin bir ağızla dil döküp geldiği mevkide, makamda tutunamaz. Kimisi yıllarca çalışıp didinmesine rağmen bir türlü elinde tutamadığı parasına hayıflanır durur. Kimisi sağlığını tutamaz elinde. Kimisi sevdiklerini. Bir sanatçıyı çıkardığı kasetin tutmaması üzer, bir yazarı da yazdıklarının fark edilmemesi koparır hayattan. Köyden kente giden bulunduğu toplumsal çevreye tutunamaz. Kimisi iş yerinde, kimisi okulunda, kimisi ailesinde. Kimisi mutluluğu kaçırır elinden. Kimisi başarıyı. Ama illaki vardır şu hayatımızda tutunamadığımız mevzular. Hele ki zaman… Herkesin elinde tutamadığı/tutunamadığı tek gerçek. Ömür dakikalarının saliselerini bile avlamaya malik değiliz. Zaman kaçıyor, biz kovalıyoruz. Her ne ise… Kitaba dönecek olursak peşinen söylemeliyim ki mezkur eseri tanıma yolculuğunuzda “Tutanamayanlar” sizi ne Nirvana’ya ne de Olimpos Dağı’na ulaştıracaktır. Eseri okudukça kitapta tutunmanın zor olduğunu göreceksiniz. En çok alınıp da yarım bırakılan kitaplardan birisi. İtiraf etmeliyim ki eseri okurken ben de bir o kadar zorlandım. Kitabın içeriğinde vurucu cümleler ve akıcılık olsa da genelde suskun. “Susmak konuşmamak değildir efendim, konuşurken bile ölesiye susar.” Diyen Olric belki de haklı. Dolup taşmayan kitabın suskunluğu konuştuğuna bir işaret olabilir. Turgut’un kafasında oluşturduğu hayali arkadaşının adıdır Olric. Biraz Donkişot’un Sancho Panza’sına benzer. Biraz Robinson’un Cuma’sına. Biraz bizim Zeki, Metin’e…
“Susalım mı Olric?”
“Konuşsak ne değişecek efendim?”
“Hiçbir şey Olric.”
“Susalım bir kez daha efendim.”
“Cam kırıkları gibidir bazen kelimeler Olric! Sussan acıtır, konuşsan kanatır.”
Kitap bazen susar, bazen çok şey anlatır. Kurmacanın başı gerçeğin eliyle buluşur.
“Biliyor musun Olric?”
“Neyi efendimiz?”
“Onunla ne zaman lades oynasak hep o kazandı”
“Neden efendimiz?”
“Kalbimde iken nasıl aklımda derdim.”
Aklı fırlatır atar. Ezberleri yıkar, geçer. Yedi yüz küsur sayfalık eseri sadece bir roman tasavvur ederek okursanız hayal kırıklığına uğrayacağınızı söylemeliyim. Postmodern bir anlayışla yazılan Oğuz Atay’ın eseri geleneksel romandan pek farklıdır. Başlarda bir malumat kitabı olarak çıkar karşınıza. Sonra iş makaleye ve ardından denemeye evrilir. Romana benzeyen kısımlarında da felsefeyi, psikolojiyi ve tarihi bulursunuz. Ama en çokta yalnızlığı. Yalnızlık ko(r)kusu her yerdedir. Otelde, barda, evde ve kalabalıklarda… Olay örgüsünün arasındaki büyük boşlukları okuduğunuzda sizde fark edeceksiniz. Bölümler arasında bağlantı kurabilmeniz maharetinize bağlı. Karakterler ve olaylar arasında yolunuzu ancak Selim’e tutunarak bulabilirsiniz. Selim’i anladığınızda Turgut’u da anlarsınız. Süleyman Kargı, Metin Kutbay, Nermin Özben ve Günseli Ediz’de sizi Turgut’a götürebilir. Götürse ne çıkar? Hiçbir karakter tutunamaz varlıkta. Her birinin bir örselenmiş hikâyesi var çünkü. “Bütün hayallerimi sömürdünüz. Gene de doymadınız… Geri istiyorum hapsettiğiniz duygularımı.” Hiçlikte örtük bir varlık sorgulamasını hissedersiniz. Maksim Gorki’yi Alpaslan’ı, Hitler’i, Namık Kemal’i, Osman Hamdi Beyi ve Abdülhamit’i gibi farklı zamanların farklı adamlarını bir mekânda buluşturmasına hayret edersiniz. Yazı diline de isyan eder Atay. Kitapta kim konuşuyor, sıra kimin, nerede virgül, nerede nokta belirsiz gibi. Konulan soy isimlerin romanın karakterleriyle niçin örtüşmediği ayrı bir handikap. Turgut Özben benliğini Selim vasıtasıyla örmeye çalışır. Lakin Selim Işık intihar eder, ışık olması gerekirken. “O kadar çok Selim öldü ki, hangi birisine acıyayım. Ayrıca, ölülerden korkarım ben. Onlardan bana ölüm bulaşmasından korkarım.” Korktuğun şey seni bulur derler azizim. Esere sinmiş olan ölüm korkusu ne yazık ki yazarını da genç yaşta bulur, bir elin parmağını geçmeyen eserleriyle daha kırkı üç yaşında iken “Türkiye’nin Ruhu”nu yazamadan hayata veda eder.
“Tanrı, tutunamayanlardan rahmetini esirgemesin…”