Geçtiğimiz Günlerde Avrupa Birliği fırsatları ile ilgili bir toplantıya katıldım. Toplantıda
izleyicilerin temayülleri de ölçüldü. 300 civarında izleyicinin % 78’i Türkiye’nin Avrupa
Birliği’ne girmesine olumlu baktı. Farklı görüşlere de çok az da olsa yer verdiler, karşı görüş
bildirme hakkımı kullandım. Yeterince süre verilmedi, meramımı tam ifade edemedim. Bir miktar
daha süre verilseydi şunları söyleyecektim.
Avrupa Birliği müktesebatı insan hayatının her alanında yasal düzenlemeler
getirmektedir. Kadına, erkeğe, çocuğa, yaşlıya, herkese ve her şeye standart getiriliyor. Bir ara 84
bin sayfalık kriterlerden söz ediliyordu. Şimdi öğrendiğim kadarıyla 135 bin sayfaya çıkmış.
Hayatın her alanında en küçük detaya varana kadar yasal düzenleme getirilmesi, insanlar arasında
güven ve saygıyı zedelemektedir. Son otuz yılda insanımızda “Avrupa Birliği Kültürü”
diyebileceğimiz değişimler yaşandı. Herkes birbirini mahkemeye vermeye çok meraklı hale geldi.
Mesela toplu taşım araçlarında yanlışlıkla birinin ayağına bassanız, “seni mahkemeye vereceğim”
cümlesini duyabilirsiniz. Herkes birbirine karşı tahammülsüz; özür, teşekkür, selamlaşma,
tebessüm ve güven kültürü azaldı. Mahkemeler, birbiriyle güven krizine girmiş milyonların
dosyalarını karara bağlamak için çalışıyor.
İnsani münasebetlerle yürütülebilecek pek çok şey vardır. Size birisi küçük bir iyilik etse
teşekkür edersiniz. Birinin ayağına yanlışlıkla bassanız özür dilersiniz. Selamlaşırsınız, tebessüm
edersiniz. Çalıştığınız iş yerinde iki kişi arasında bir problem çıksa ikisiyle de görüşerek
barıştırmaya çalışırsınız. Her toplumun iç dinamikleri olur. Bireyselleşmenin, yalnızlaşmanın
olmadığı, güven duygusunun dumura uğramadığı toplumlarda çıkan her açığı kapatacak tabii
refleksler bulunur. Doğal toplumda, çıkabilecek iç sıkıntıların doğal akış içinde çözüleceğine
inanmak gerekir. Biz aslında doğal bir toplumduk. Ecdadımız Osmanlı, tarihe karıştığı güne
kadar toplum yapısı olarak sahip olduğu değerleri sürdürdü. Hatta kendinden sonraki zamanlara
da taşıdı. Sahip olduğumuz değerlerin sürdürebilirliği bakımından Osmanlı’nın ekmeğini yemeye
devam ediyoruz. Dikkat ettiniz mi kırmızı oda, survivor ve “kim kime ne yapmış” programları,
âilenin tükendiği ülkelerde yapılmıyor. Bizim ülkemizde yapılmaya devam ediyorsa daha aile
kurumumuz bitmemiş demektir. Ancak boşanma oranlarındaki uçuk artış, doğurganlık oranındaki
keskin düşüş, sosyolojik olarak değiştiğimizi ve aile yapımızın zarar gördüğünü gösteriyor.
Avrupa birliği sürecine girdik doğal dinamiklerimizi kaybettik, insani münasebetlerle
halledilebilecek birçok mesele kanuna havale edildi. Bu durum, güvensizlik kültürünü ve en ufak
canı yandığında mahkemeye verme temayülünü getirdi. Bundan otuz kırk yıl önceki
mahkemelerdeki dosya yükünün nüfusa oranı, günümüze oranla daha düşüktü. Aşırı dosya
yükünden yaka silken adalet düzeni çareyi arabuluculuk sisteminin tesisinde buldu. Bu sistem
adalet mekanizmasına kısmi nefes aldırdı ama yine de dosya yükündeki kabarma frenlenemiyor.
Bu durum bize insanların birbirlerine güvenmediğini gösteriyor.
Mesela sağlık sistemimizde maddi imkânlar ve görüntüleme cihazlarında büyük gelişme
oldu. Ancak doktor hasta ilişkilerinde güven bunalımı yaşanıyor. Malpraktis diye bir kavram var.
Doktorlar malpraktis tedirginliği yaşıyor. Bu ne demek? Doktorun hastaya mahkemeye vermeyi
gerektirecek yanlış müdahalesi demek. Doktorlar, hasta yakınlarının en küçük bir hatada
kendilerini mahkemeye verecekleri korkusunu yaşıyor. Mesleklerini zevk alarak yapamıyor,
şiddet korkusu yaşıyorlar. Mahkemeye verilme riskinin fazla olduğu çocuk cerrahisi gibi alanlarda Tıp Fakültesi hocaları, asistan bulmakta zorlanıyor. Kimse risk almak istemiyor.
Türkiye bu duruma nasıl geldi? Avrupa Birliği kültürü sayesinde geldi. İnsanlar bu kültür
sayesinde “en ufak bir olayda” başkasını mahkemeye vermeye özendirildi. Hatta insan hakları
mahkemesine kadar götürmek lazım denildi. Sağlıkta güven bunalımı savunmacı tıp uygulamaları
denen bir tarz geliştirdi. Doktorlar riske girmeden müdahale ediyor. Bir güler yüz, bir tatlı dil, bir
“Allah razı olsun” kalktı artık. İnsanlar birbirleriyle münasebetlerinde “değer” üretmedikleri için
her konuya maddi bakıyorlar. Bu da tüm insanları mutsuz ediyor. Avrupa birliği ölçüleri insanları
birbirinden koparıyor, mutsuz ediyor.
Malpraktis korkusu bugün eğitimde de geçerlidir. Öğretmenler en küçük hatalarında
şikâyet edileceklerini biliyorlar. Gemisini yürüten kaptan zihniyeti eğitimde de var. Dâvâ sahibi
ve yüce gayeleri olan bir eğitimci olmaya kalkışırsanız, sistem içinde yapamazsınız. Kendinize
risk getirmeden, “bir şeyler yapıyormuş, faydalı oluyormuş görüntüsü vererek” öğretmenlik
yapacaksınız. Değilse bu sistemde başarılı olmanız oldukça zordur.
Hayatı düzenleyen metinlerdeki artış, insanlar arası güven ve saygıyı berhava etmektedir.
Gerçekçi olalım, günümüzde insanın insana itibarı, insanın kanuna itibarından daha düşüktür.
Avrupa Birliği kültürü, insanımızı bu hale getirmiştir. Güvenin olmadığı yerde ahlaktan da söz
edilemez. Herkes dert yanıyor eski dostluklar, samimiyetler, eski komşuluklar kalmadı diye.
Bütün bunların sorumlusu, insanlar arası ilişkileri sıfırlama bahasına, her konunun mevzuata,
yasaya bağlanmasıdır. Güven, kanunla değil insanla tesis edilir. İnsana güvenirseniz güven
tesis edersiniz. Tüm sisteminiz insana güvensizlik üzerine kurulmuşsa insana saygınız da
sahtedir. Avrupa Birliği perspektifinin çelişkisi buradadır.
Avrupa Birliği yasaları insanı aile olarak değil birey olarak ele almaktadır. Bu durum da
âilenin canına okunması gibi bir sonucu doğurmuştur. Mesela meşhur İstanbul sözleşmesi Avrupa
Birliği’ne bağlı Avrupa Konseyi’nin tezgâhından çıkmış bir metindir. Bu sözleşmede ısrarla
karı(wife) ve koca(husband) kelimesi kullanılmamıştır. Partner kelimesi tercih edilmiştir.
Partnerlik hukukunun geçerli olduğu bir ülkede, ailenin sürdürülebilirliğinden söz edilemez.
Türkiye, Avrupa Birliği sürecinde ilerleme kaydettiği için doğurganlık oranı 2’nin altına düşmüş
ve hızla yaşlanmaya aday bir ülke haline gelmiştir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, İsviçre’nin Basel şehrinde yaşayan Müslüman bir
ailenin dini inanışlarından dolayı kız çocuklarını okuldaki zorunlu yüzme derslerine göndermeyi
kabul etmemesi sonrasında verilen para cezasının dini özgürlükleri ihlal olmadığı kararına
varmıştır. Mahkemenin gerekçeli kararında “entegrasyon” kelimesinin kullanılması anlamlıdır.
Devletin vatandaşını belirli bir kalıba sokması ve ona şekil vermesi hukuki bulunmaktadır.
(Bakınız:https://www.aa.com.tr/tr/dunya/aihmden-isvicrede-zorunlu-yuzme-dersi-karari/724170
erişim: 6.03.2022) Avrupa Birliği ülkelerinde yaklaşık 25 milyon Müslüman kardeşimiz
yaşamaktadır. Her ailenin en büyük korkusu çocuklarının ebeveynlerinin elinden alınmasıdır.
Kanunlar ebeveynlerin tedip hakkını kabul etmemektedir. Tüm sistem çocuğu anne ve babasından
koparmaya ve onu bir birey olarak ele almaya odaklıdır.
Suriye ve Irak’taki iç savaş kaynaklı göçmen krizine de bu vesile ile dokunmak isterim.
Avrupa ülkeleri her zamanki ikiyüzlülüklerini gösterdiler. Bir yandan “göçmen tedirginliği”
numarası yaptılar. Diğer taraftan da çaktırmadan çok sayıda “seçerek” göçmen aldılar. Asimile
edebilecekleri aileleri özenle seçtiler. Kendi hayat tarzlarına uymayacak olanları almadılar.
Kronik hale gelen ve iç dinamikleri açısından çözümü bulunmayan “insan kaynaklarının
sürdürebilirliği” sorunlarına da geçici çözüm bulmuş oldular. Demek ki Suriye ve Irak’taki iç savaşın Avrupa ülkeleri açısından hatırı sayılır kârı, nüfus açığını seçerek aldığı göçmenle
kapatmaları olmuştur.
Avrupa birliği bir din kulübü değildir. 2017 yılında Gotthard tünelinin açılışında
eşcinsellik vurgulu paganistik gösteri yapıldı. Açılışta tüm Avrupa liderleri vardı. Hiçbirisi “bu
gösteri Hristiyanlığa uymaz, Hz. İsa Efendimizin öğretilerine uymaz” demedi. Hiç rahatsızlık
duymadan o gösteriyi izlediler. Ne demeye çalışıyorum? Bu haliyle ve bu kriterleriyle Avrupa
Topluluğu, dine bağlılığı desteklememektedir. Hristiyanlık ve Yahudiliğin müşterek değeri, on
emirdir. On emir deyip geçmeyin Batı’da âileyi 70’li yıllara kadar “on emir” taşıdı, komşuluğa
yapılan derin vurgu da on emirdedir. Rızaya dayalı her ilişkiyi meşru sayan, nikâhlı ilişkiyi rıza
şartına bağlayan bir sistemin “on emir bağlısı” olduğu söylenemez. Yani AB, Hristiyan
topluluğu falan da değildir. Hristiyanlık ve Yahudilik on emiri terk etmiş ve öksüz bırakmıştır.
Vaktiyle yüz milyonlarca kişinin izlediği ünlü “Zeitgeist/Zamanın Ruhu” belgeselinde on emire
hücum edildi, hurafe ilan edildi. Hristiyan ve Yahudi âleminden bir tepki gelmedi. AB üyesi
olmamakla birlikte OECD üyesi olan İsrail, bir din devleti değildir. Dünyanın en profan
devletlerinden birisidir. Siyonizm ideolojisi Tevrat’ı da kullanarak ulus devlet kurdu. Kutsalı
kullanması, herhangi bir ülkeyi “din devleti” yapmaz. Kutsalı kullanıp dindarlığa hayat hakkı
tanımayan ulus devletler bulunmaktadır. İsrail din devleti olsa, kadın erkek karışık askerlik
yaptırır mı? Kadın erkek karışık askerlik yapılan ortamda dindarlık kalır mı? Siyonizmin
doğasında dindarlık değil, profanlık vardır. İsrail’in bir din devleti olduğunu düşünenlere
Anadolu Ajansı’nın “Neden İsrail ordusunda askerlik yapmaya karşısınız” başlıklı haber
videosunu izlemelerini öneririm. Zavallı Haredîlerin dindarlıklarını muhafaza için ne çileler
çektiklerini görsünler. Ardından da “Siyonizm Yahudiliğe ihanettir” videosunu izlesinler.
Dünyada asıl mücadele profanlık ile dindarlık arasında gerçekleşmektedir. Varoluşçuluk ile
Nihilizm de mücadele halindedir. Varoluşçuluktan Allah’la, Kitâbullah’la var olmayı, “öldükten
sonra da var olmaya inanmayı” kastediyoruz. Haz ve elemlerimizle sadece somut olanı
yaşamak anlamındaki “örtülü maddeciliği” kastetmiyoruz. Müslümanlar tüm menfi şartlara
rağmen kütle halinde varoluşçu duruşu en belirgin temsil eden topluluk durumundadır.
Öldükten sonra var olduklarına da en güçlü inananlar, her şeye rağmen Müslümanlardır. Hakikat
ve suret de savaş halindedir. İhlas ve riyâ da savaş halindedir. Yeryüzü, Allah’tan geleni “ölçü”
alanla almayanın, ferdî ve içtimâî fıtratı esas alanla almayanın, varoluşu ve nesillerin devamını
esas alan ve almayanın mücadele alanıdır. Peygamberlerin görevlerinden biri tezkiyedir. Tezkiye
bir toplumun dindarlaşma sürecine girmesidir. İnanç sistemleri ya da kutsalları ne olursa olsun
toplumlar, değişim ve gelişimlerini dindarlaşma veya profan olma seçeneklerinde sürdürür. Dinin
pratikleri açısından bakıldığında üçüncü bir durum söz konusu olmamaktadır. AB ya da OECD
standartlarının toplumları dindarlaştırdığını söylemek, ilmî ve hakikate mutabık bir tespit olmaz.
Bu standartların insanları tezkiyeden çok asimile ettiği aşikârdır.
Dînî olan ile profan olan, mücadele halindedir. Profan kelimesinin zıt anlamlısı için
‘kutsal’ değil ‘dînî olan’ demek daha uygundur. “Kutsal olan” ve “dînî olan” birbirinden farklı
şeyler olmasına rağmen hep karıştırılmaktadır. Kutsal, müşterek değerdir, cemiyeti bir arada
tutar. Meşruiyetin kaynağı din kabul edildiği takdirde dînî olan ile meşru olan, aynı şeyi ifade
eder. Sorun, dînî olanın meşru olup olmamasında yatmaktadır. Yasaların dine uyanı meşru,
uymayanı gayr-i meşru demesi önemlidir. Helal olanla yasal olan arasında uçurum denebilecek
fark varsa dindarlığı yaşamak riske girmiş demektir. Postmodern dünyada kutsal olanın
kabulünde sorun çıkmamaktadır. Kutsal olanın sembolik değeri olduğu için insanların kitlesel
olarak kutsal olanla aidiyet ilişkisi dikkate alınmaktadır. Ulus devletler destabilizasyon korkusu
ile başa çıkma ve içte birliği sağlama adına kutsala her zaman ihtiyaç duymaktadır. Kutsal olan, tek başına sorumluluk ve yük de getirmemektedir. Asıl sorumluluk ve yük getiren ‘dini olan’dır.
Kutsalı kullanıp “dînî olanı” yok saymak ulus devletlerde sık görülen bir hususiyettir. Önceliğiniz
özgün ve samimi dindarlık değilse, “dînî olan” ile yollarınızı ayırmanız da mümkündür. Dini
kutsalla eşitlemek, düzeltilmesi zor bir yanılgıdır. Çıkardığı yasa ve yönetmeliklerde dini referans
almayıp, muhtevasındaki kutsala saygıda kusur etmemek modern bir ikiyüzlülük türüdür.
İnsan merkezlilik te kutsal’a saygı gösterip “dînî olanı” hayatın dışında tutmaktadır. İnsan
merkezliliğin sembol kuruluşu, Avrupa Birliği topluluğudur. Uzun yıllar içinde büyük mesai
harcandı, emek verildi. İnsan merkezli bir hayat nasıl kurulur, 135 bin sayfalık mevzuat içinde
gösterilmiş oldu. İnsanı temel ölçü alma fiilinin, “ilahi olan” ile ilişkisi nedir? Bu kriterler “ilahi
olanı”, “dînî olanı” aşağılamıyor, bireysel bir tercih olarak kabul ediyor ama tasfiye ediyor.
Hayatın “yürüyen ve işleyen akışının” dışında tutuyor. Dine karşı olmak ile dini hayatın dışında
tutmak ayrı şeylerdir. İçtimâî hayatı bir oyuna benzetirsek dînî olan, oyun dışında kalmaktadır.
Maçta bazı oyuncular sahaya sürülmez tribünde bekletilir. Dînî olan, sahada tutulmaz ama onun
taşıdığı kutsal ile her zaman övünülür. Onun taşıdığı kutsal, her zaman kullanım aracı olur.
Dine karşı olunmayarak, böyle bir görüntü asla verilmeyerek dine bağlı topluluklar ikna
sürecine alınıyor. Avrupa birliği perspektifi, bir milleti ikna sürecidir. Bu süreç milletimizi
değiştirme ve dönüştürme, sürecidir. Vaktiyle kalbi mümin ama kafası Batı’lı bir rahmetli
siyasetçimiz değişim ve dönüşüm anlamında transformasyon kelimesini çok kullanırdı. Manasını
tam anlayamadığımız bu kelimenin inancımız açısından iyi şeyler getireceğini zannederdik.
Sonradan öğrendik ki inanç özgürlüğü ile “dinin yaşanabilirliği, dindarlığın sürdürülebilirliği”
farklı şeylermiş. İnanç özgürlüğü dindarlığın yaşanabilirliği ve sürdürülebilirliği anlamına
gelmiyormuş. Dindarlığınızı sürdürebilmeniz için yaşadığınız ülkedeki hukuk, eğitim ve istihdam
sisteminin bu talebinizi desteklemesi gerekiyormuş.
Netice olarak şunu belirtelim. Biz Avrupa birliğine resmen olmasa da fiilen girmiş
durumdayız. Çünkü Aile Bakanlığı dâhil tüm bakanlıklarda işler, AB perspektifine göre yürüyor.
Bu kriterler birey ile devlet arasında, aile, akraba, komşu gibi olguları imha etmekle kalmıyor.
İnsanları bir arada tutacak örf, âdet, gelenek, görenek; aklınıza ne gelirse hepsini bitiriyor. Hayatı
düzenleyen 135 bin sayfalık mevzuat olmadan da toplumların doğal akış içinde varlıklarını
sürdürebileceklerine, problemlerini çözebileceklerine, yaralarını sarabileceklerine inanmak
gerekir. Mevzuat ve formalite sağanağına tutulmamış toplumların iç sıkıntılarını, iç
dinamikleriyle halledeceğine inanmalıyız. Sözün özü, Avrupa Birliği perspektifi sorgulanmalıdır.
Süreç ilerledikçe bu sorgulama, giderek zorlaşmış olacaktır.