İnsan, ruh hali her an değişen bir varlık. “Kalpleri evirip çeviren Allah’ım kalplerimizi sana itaate çevir” hadisi (İbn Ebû Şeybe, Musannef, X, 209) bu değişimi güzel anlatır. Kalpteki değişimin bir gereği olarak yakaza halinin yerini bazen şatahat ve sekr hali de alabilmektedir. Bu durumda sünuhat eseri hatıra gelen bazı sözler kitaplara dahi geçmiş olabilmektedir. Mesela Hz. Ebu Bekir (r.a.)’e nispet edilen şu sözü düşünelim: “Ya Rabbi, vücûdumu o kadar büyüt ki, cehennemi ben doldurayım. Oraya bir başkası girmesin.” Bu sözün Hz. Ebubekir’e ait olup olmadığı meçhuldür. Hadis külliyatında geçmemektedir. Başkasının imanından endişe duyma sadedinde söylenmiş bir söz gibi durmaktadır. Önce inkâr ile iman arasındaki zıt kutuplu oluşu anlamak lazım. İslam, kendi zıddı ile zıtlaşmayı gerektirir. Allah Teâlâ, Peygamberini bütün insanları imana getirme yönünde bir gayretin içine girmemesi konusunda uyarmıştır:
“Eğer rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi topluca iman ederdi. Hal böyleyken, mümin olsunlar diye sen tutup insanları zorlayacak mısın? Allah’ın izni olmadıkça hiç kimsenin inanması mümkün değildir. O, akıllarını kullanmayanları inkâr bataklığında bırakır.” (Yûnus 10/99-100)
Yeryüzünde kıyâmete kadar iman da olacak inkâr da . Bu ilâhî bir yasadır. Allah bize imanı vermiş ise buna şükretmeli, bize verilen mümin rolünü oynamalı, inkârla zıtlaşmalıyız.
Kur’an’da “kim imanı inkâr ederse ameli boşa gider” (el-Mâide 5/5) buyurulmaktadır. Elmalılı Hamdi Yazır bu âyete şöyle mânâ vermiştir:
“Bugün pâk ni’metler sizin için halâl kılındı, hem mü’mîn kadınların hür olanlarıyle sizden evvel kitâp verilen ümmetlerin hür kadınları da iffetlerinizi muhafaza ederek, zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın kendilerine mehirlerini verip nikâhladığınız takdirde size halâldır, Ve her kim şeriatın ahkâmını tanımazsa her halde bütün işlediği hederdir ve âhirette o, hüsranda kalanlardandır.”
Elmalılı’nın “Kim imanı inkâr ederse amel boşa gider- وَمَن يَكْفُرْ بِالْإِيمَانِ فَقَدْ حَبِطَ عَمَلُهُ ”ibaresine “her kim şeriatın ahkâmını tanımazsa her halde bütün işlediği hederdir” şeklinde mânâ vermesi dikkat çekicidir. Dâmegânî (ö. 478/1085) bu âyette geçen imân kelimesini “tevhid” olarak anlamıştır.(Dâmegânî, el-Vücûh ve’n-nezâir, s. 110) Ebû Hilâl el-Askerî (ö. 400/1009) ise “tevhid” kelimesine ilâve olarak şunu söylemiştir: “Dinin ahkâmını kim inkâr ederse ameli boşa gider.” (Ebû Hilâl Askerî, el-Vücûh ve’n-nezâir, s. 54) O halde Mâide sûresinin 5. âyetinde “kesilip yenilecek hayvanlar ve kesim usulleri ile evlilik hususundaki ilâhî emirleri inkâr edenin ameli boşa gideceğinin” ifade edildiğini söyleyebiliriz. Ahkâmın inkârı, dindarlığın imkânının da inkârıdır. Sözünü ettiğimiz âyette Allah Teâlâ, ehl-i kitab toplulukların dindarlık tezahürlerine değer atfediyor ve onların iffetli olan hanımlarıyla evlenilebileceğini bildiriyor. Dine kayıtsız bakış, büyük günahlardan sakınmanın imkân dâhilinde olamayacağı kabulüne dayanıyor. Bu yaklaşıma göre parayla satın alınamayacak kimse olamaz ve büyük günahlardan sakınmak imkân dâhilinde değildir. Mesela ortamını bulduğunda herkes zina dâhil her günahı işleyebilir. Bir Hz. Yusuf’un çıkma ihtimalini yok sayarlar. Bu aslında dindarlığın gerçekleşebilir oluşunun reddedilmesidir. Dindarlığın imkânını kabul edenlere göre yeryüzünde her devirde parayla satın alınamayacak insanlar muhakkak vardır ve olacaktır. Her dâim Yusuflar çıkacaktır ve olacaktır. Dindarlığı mümkün görmeyenlerle zıtlaşmadan, başkasının imanını kurtarmaya kalkışmak sıhhatli bir tutum değildir. Dindarlığın imkânını inkâr edenlerle dindarlığın imkânını kabul edenlerin birlikte yaşama imkânı bulunmamaktadır. Başkasının imana girmesi bizim davet ve tebliğimize bağlıdır. Davet ve tebliğin bir usule göre yapılması gerekmektedir.
Osmanlıca Türkçe’mizde müdahene tabiri bulunmaktadır. Gücü yettiği halde haram işleyene mani olmamak müdahene olarak nitelenmektedir. Arapça sözlükte bu kelime, “bir kimsenin yüzüne iyi görünmek, içindekinin aksi ile muamele etmek” gibi anlamları ihtiva ettiği belirtilmiştir. (Mu‘cemü’l-vesît, I, 301) Müdâhene ile davet farklı şeyler olduğu halde birbirine karışabilmektedir. Yanlış yolda olana “iyi yoldasın” derseniz bu yaptığınız müdâhene olur. İnsanlara sunduğumuz din, aslî hüviyetini muhafaza etmiş bir İslam algısı da oluşturabilmelidir. İslam’ın imajını düzeltmeye ihtiyacı olduğu düşüncesi modern bir yanılsamadır. İmajı düzeltme hedefine mâtuf olarak İslam’ı olduğundan farklı gösterme, bizim imanımızı da tehlikeye atabilecek bir tutumdur. Başkasının imanını kurtarma arzusu ile yola çıkanlar arasında, İslam’ın takdimi ile müdaheneyi birbirine karıştıranlar olmuştur. Bunların bâriz hususiyeti, dine kayıtsız yasalarla çevrili olmamızdan başlangıçta duydukları rahatsızlığı tüketmiş olmalarıdır. Bu yasaları değiştirmek imkân dâhilinde bulunmasa bile rahatsızlığın bitirilmemesi gerekir. Münferit İslam’a razı olmak, İslam’ı referans almayan hukuk, eğitim ve istihdam düzenine râzı olma gibi öngörülmemiş bir sonuç da doğurabilmektedir.
Son devir ulemamızdan âhir zamanda İslamiyetin münferit bir dînî hayata inhisar edeceği kanaatine sahip olanlar bulunmuştur. Bu âlimlerimiz eserlerini de bu temel kabule göre yazmışlardır. Cemiyetten kendini azledip dindarâne bir hayat yaşamak bugün dahi mümkündür. Ancak bu tercih, âile kuracaklara hitap edememektedir. Evlendiğin zaman çocukların olur. Çocuklarına hangi eğitim müesseselerinde nasıl bir eğitim vereceksin? Bu sorunun cevabını fiilî hayatta bulmak zordur. İslam’ın içtimaîleşmesi kanunların, dinin ve dindarlığın sürdürebilirliğini dikkate alacak şekilde yapılmasıyla alakalıdır. Hukuk, eğitim ve istihdam düzeni dindarlığı desteklemiyorsa çoluk çocuk sahibi olmak da dindar bir şahsiyetin çok arzuladığı bir durum olamamaktadır.
Gençlere sadece “dindar olun, ahlaklı olun demek” yetmez. Dindarlığı sevdirmeniz ve benimsedikten sonra sürdürülmesini kolaylaştıracak hukuk ve istihdam düzenini kurmanız gerekir. Bugünkü hukuk nizamında İslam’ın referanslardan sadece birisi olması ya da uzaktan da olsa dikkate alınması mümkün değildir. Bu sebeple “toplumdan izole münferit İslam” önerisi büsbütün delilsiz bir teklif değildir. Ancak dinine bağlı insan kaynaklarının devam edebilirliği açısından, istikbalindeki belirsizlikler giderilmiş değildir. Başkalarının imanını kurtarmaya odaklanmışlar ekseriyetle hukuk nizamının dindarlığı desteklemeyişi üzerinde pek durmamaktadır. Hukuk nizamı ile ilgili derdi, dâvâsı, meselesi bulunan hareketleri de tedbirsizlikle itham edebilmektedir. Hukuk nizamı ile meselesi olan hareketler de zaman içinde dindarlığın sürdürebilirliği ile ilgili kuşatıcı küllî bakış açısını, duruşunu devam ettirmeyebilmektedir. Hâlbuki tüm dînî oluşumların, milletin manevî temayülü doğrultusunda hukukun değişebilirliği ve hukuk nizamını “Müslüman mütedeyyin âilenin sürdürebilirliğini desteklemesi” ilgili taleplerinden geri adım atmamaları gerekir. Başkasının imanını kurtarmak için yola çıkarken bu talepleri de devam ettirmek hayatî bir meseledir. İman hizmetine “kendi imanımızı tehlikeye atmadan” devam etmeliyiz.