D. Ali Daşcı 30.12.2021 tarihinde “Ata et, ite ot konmaz” başlıklı bir makale kaleme almış. Makalenin giriş kısmında güzel bir temsili hikâyecik var. Temsili hikâyeciği olduğu gibi aktarıyorum.
“Bir zaman, birkaç yarasa ile bir bukalemun arasında düşmanlık oluştu ve aralarında şiddetli bir tartışma çıktı. Yarasalar, bukalemunu yakalayıp istedikleri cezayı vermek için onu esir almaya karar verdiler.
Kararlaştırdıkları vakitte yuvalarından çıktılar ve zavallı bukalemunu karanlık yuvalarına çekip hapsettiler.
Sabah olduğunda düşündüler: “Bu bukalemunu nasıl bir cezaya çarptıralım?”
Ortak bir kararla bukalemunun ölüm hükmünü verdiler. Sonra ölüm fermanını nasıl uygulayacakları hakkında ortak karara vardılar:
“Hiçbir ceza güneşe bakmaktan daha kötü değildir.”
Yarasalar kendi hayat şartları, kendi yapıları gereği içinde, güneşin altında ölmenin en kötü ceza olduğunu düşündüler. Bukalemunu güneşin önüne bırakmakla tehdit ettiler. Güneş çıktığında azap çekerek ölmesi için bukalemunu yuvasından çıkarıp güneşin önüne attılar. Oysa bu ceza bukalemun için yeni bir hayattı.
Eğer yarasalar verdikleri bu cezanın, bukalemun için ne büyük bir ihsan olduğunu bilselerdi öfkeden ölürlerdi.”
Bu hikâyeyi okuyunca aklıma hemen Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri geldi.
Said Nursi doğunun problemlerinin ancak eğitimle çözülebileceğini erken dönemlerde keşfetmiş. Sultan II. Abdülhamid ve II. Meşrutiyet döneminde doğuda fen bilimleri ile din ilimlerinin mezcedildiği bir üniversite açmak için çok uğraşmış, Hatta Van’da bu üniversitenin temellerini atmış ancak Birinci Dünya Harbi’nden dolayı bu arzusu gerçekleşmemişti.
Bediüzzaman Hazretleri, Birinci Dünya Harbi’ne katılmış, vatanı ve milleti uğruna iki yıl Rus esaretinde kalmış, esaret dönüşü Osmanlı’nın en yüksek ilmi kuruluşu olan Dar’ül Hikmetil İslamiye’de aza olarak çalışmaya başlamış, İstanbul’da İngilizler aleyhine yazılar yayımlayıp, beyanatlar vermiş ve İngilizlere karşı cihadı savunmuştur. 1920 yılında İstanbul’un İngilizler tarafından işgal edilmesi üzerine, işgal kuvvetleri aleyhine Hutuvat-ı Sitte adlı bir risale yayımlamış. Bu risalede millî mücadele, bağımsızlık, İslamiyet aleyhine ve İslam âlemini parçalamaya yönelik yürütülen faaliyetlere karşı milletini uyarmış ve uyanık olması gerektiğini, düşmana karşı mücadeleyi savunarak, mandacılığın doğru olmayacağını, düşmana biat etmek ile cesedimizle beraber ruh ve vicdanımızın da yok olacağını ama düşmanın yüzüne tükürüldüğünde şehit olsak dahi ruh ve kalbimizin yaşayacağı gibi fikirlerini “Hutuvât-ı Sitte” tabir ettiği altı bölümde, soru-cevap şeklinde anlatmış ve her türlü mandacılığa da karşı çıkmıştır.
Kuva-yi Milliye’yi ve Ankara’yı desteklemiş, bu desteğini göstermek için de 1922’de yapılan davetler üzerine bizzat Ankara’ya teşrif etmiş, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından hoşamedi ile karşılanmıştır.Ancak o günkü Ankara hükümeti ile bazı görüş ayrılıklarından dolayı Ankara’dan ayrılarak Van’a gitmiş ve artık orada ikamet etmeye karar vermişti…
Van’da çok mütevazı bir hayat yaşıyordu. Kış mevsimini bir cami hücresinde, yazlarını ise Erek Dağı’nda inzivada geçiriyordu.
1925 yılında meydana gelen Şeyh Said hadisesinden sonra Bediüzzaman’ı da potansiyel tehlike olarak gördükleri için, hatta isyana karşı çıktığı halde, onu da sürgüne tabii tuttular. Önce Burdur, sonra da Isparta Vilayetine bağlı o günkü şartlarda kuş uçmaz, kervan geçmez, adeta unutulmuş, kimsenin uğramadığı, insanlarının eğitimsiz ve fakir olduğu Barla Beldesine nefyettiler. Barla’dan ayrılmasına izin verilmiyor ve sürekli kontrol altında tutuluyordu. Sanki burada ölsün, unutulup gitsin isteniyordu. Onu orada tutmakla etkisiz bırakacaklarını ve herhangi bir sorun çıkarmayacağını düşünüyorlardı.
Fakat yarasalar nasıl ki, bukalemuna güneşte kalma cezası vererek onu cezalandırdıklarını sandılar. Kendileri ışıktan korktukları için bukalemunu da korkutur ve ışık onu yok eder sandılar. Hâlbuki ona mümbit bir zemin hazırladıklarının farkında bile değillerdi.
Teşbihte hata olmasın Bediüzzaman için Barla böyle mümbit bir zemin oluşturdu. O zaten saraylarda büyümemişti. Yoksul bir köylü çocuğu idi. Dünyaya beş para kıymet vermiyordu. Her türlü zorluğa göğüs gerecek ve ben kaderin mahkûmuyum diyecekti. Her şeyini bir sepete sığdırabilmişti. Onu hayatı boyunca hiç rahat bırakmadılar. Mahkemeden mahkemeye, sürgünden sürgüne gönderdiler. Hapishaneler onun için birer medrese-i yusufiye oldu. Defalarca zehirlediler. Yine de onu yıldıramadılar.
O, korkmayınız, yılmayınız, yeise kapılmayınız, agâh olunuz zira ‘’şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sadâ, İslam’ın sadâsı olacaktır.’ Diyordu.
25 milyon Türk milletinin imanını tehlikede görüyordu. Hemen gizli gizli iman ve Kur’an hizmetine başladı. Çocuklarla, ihtiyarlarla, çiftçilerle, köylülerle, askerlerle, öğretmenlerle ve din görevlileriyle güzel ilişkiler kurdu. Hatta köye gelen çerçilerle… Risaleler elle, Osmanlıca olarak (hatt-ı Kur’anla) bazen bir dağ başında, bazen bir dere kenarında çok sınırlı imkânlarla ve çok zor şartlarda yazılıyor, elden ele, köyden köye, şehirden şehre yayılıyor, ta üniversite kapılarında gençlerin ellerine kadar ulaştırılıyordu. ’Zulmün ahmakça tahakkümü’’ devam etmesine rağmen, “hor görülenler, mukaddesatı çiğnenenler akın akın ona koşuyorlardı” onun risaleleri bir çığlık gibi her yerde sayhalaşıyordu. Yeni yazılan her risale talebeleri üzerinde müthiş bir heyecan oluşturuyordu. Anında elle veya teksir makineleri ile çoğaltılarak nur postacıları tarafından en ücra yerlere kadar ulaştırılıyordu.
Bugün Risale-i Nur Külliyatı dünyada en çok okunan kitaplar arasına girmiştir. İngilizceden Malayca’ya kadar onlarca dile çevrilmiştir. Üniversitelerde yüzlerce doktora tezlerine konu edilmiştir. Dünyanın birçok ülkesinde Risale-i Nur üzerine sempozyumlar, paneller ve seminerler düzenleniyor. Hakkında yüzlerce kitap yazıldı. Hala da yazılmaya devam ediyor. İmana ve Kur’an’a susayan insanlar akın akın ona koşuyorlar.
Onu yok saymaya çalışanlar, ölsün, unutulup gitsin diyenler, unutulup gittiler. Dar düşünceli, dar görüşlü bazıları varsın onu görmezden gelsin. Bazıları Türkçesinin yetersizliğinden ve anlaşılmadığından dert yansın. Oysa o, her geçen gün gündem oluyor, yeniden okunuyor, tartışılıyor, müzakere ediliyor, anlaşılmaya çalışıyor ve binlerce insanın imanının kurtuluşuna vesile oluyor. İslam’ın yeniden dirilişinde ve yükselişinde onun payı çok büyük.
Maalesef yarasalar hala ışıktan korkmaya devam ediyor.
İnsanlar zulmetse de kader adalet eder.
“Zulmün topu var, güllesi var, kal’ası varsa,
Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır.” beyitlerinin sırrı adeta onda tecelli etti.
Bediüzzaman’a ve onun has talebelerine minnetlerimi arz ediyorum.
Selam olsun onlara!
Görelim mevlam neyler sen tuzak kurarsın ama neler olacağını çok zaman bilemezsin ibret alınsa bir çok yanlışlar yaşanmazdı insan nasıl anlaşılır eline sağlık
Kalemine sağlık Ekrem hocam. Teşbihler harika. Gediğine oturmuş. Köksüz ve yamalı bohçaya benzeyen efkar sönmeye ve unutulmaya mahkumdur.
Ağzına sağlık Ekrembey
Çok güzel maşallah..