Kimi zaman yaşadığımız, karşılaştığımız olaylardaki tuhaflıklara, aykırılıklara dikkat çekmek
için yapılacak en iyi şey muhatabınıza soru sorarak dikkatini yoğunlaştırmasını beklemek ve
idrak etmesini sağlamaktır.
İşin esasında bu soruların gayesi merak edildiği veya bilinmediği için cevap aramak değil,
cevabı belli olana işaret etmektir.
Mehmet Akif “Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ, Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan
şühedâ “derken “elbet bu vatanın her bir ferdi kendini feda etmeye hazırdır” manasını murat
etmişken, Fuzuli “Beni candan usandırdı, cefâdan yâr usanmaz mı” derken takatinin bitmekte
olduğuna işaret etmektedir.
“Allah’ı bırakıp da size ne bir zarar, ne de bir fayda vermeye gücü yetmeyen şeylere mi
tapıyorsunuz?” veya “O Rahmânın yarattığında hiç bir nizamsızlık göremezsin, haydi çevir
gözü görebilir misin hiç bir çatlak, bir kusur?” gibi pek çok ayetten de anlaşılabileceği üzere
Kuran da bu üsluba müracaat etmektedir.
Bundan dolayı olsa gerek ki edebiyatta istifham, başta mantık olmak üzere pek çok bilim
alanında karşımıza çıkan paradokslar, bu tarz soruların zengin çeşitlilikte örneklerini bize
sunar.
“İhsanın karşılığı, ihsandan başka ne olabilir?!” ayetinden mütevellit midir bilmem ama ben,
iyilik ve kötülüğün de benzer bir paradoks olduğunu ve istifham içerdiğini düşünürüm hep.
İnsanlar genellikle hareketlerini maruz kaldıkları muameleye göre şekillendirmektedir.
Bir diğer deyişle iyilik gördüğüne iyilik, fenalık gördüğüne ise fenalık yapmasa bile iyilikten
kaçınma refleksi bunun bir yansımasıdır.
Bu durumda şöyle bir noktaya geliriz; bana iyilik yapıldığı için iyilik yapmalıyım.
Mesele bununla sınırlı kalacaksa sorun olmayabilir. Vefa der geçeriz. Ancak fenalık boyutu
işin içine girdiğinde ortalık biraz karışıyor maalesef. Kötülüğe kötülükle karşılık vermek bir
çeşit kan davasına dönüyor çünkü. Kötülükle meşhur insanların kötü olmalarını da geçmişte
gördükleri fenalığa yormamız da bu sebepledir.
Peki olması gereken gerçekten bu mudur?
Kötülük saltanatının görünür yüzü diyebileceğimiz zulmün taşıyıcı kolonlarından biri sanırım
kin ve düşmanlık hissidir. Bu hisler de genellikle gördüğümüz fena ve kötü hareketlerden
beslenir.
Peki herkes kendine edilene göre kendine rol biçerse, bu sarmalı kim bozmalı? Öyle ya
kötülükler silsilesinin bir yerde kesilmesi gerekmekte, zulüm ilelebet payidar olamayacağına
göre.
Bu açmaza çözüm olabilecek bir tavsiye Fussilet suresinde karşımıza çıkar. Rabbimiz der ki:
“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü iyilikle def et.”
“İyiliğe iyilik her kişinin kârı, kötülüğe iyilik er kişinin kârı” diyen atalarımız bu ayetten bir
ibret almış olmalılar. Böylece kötülük silsilesi yerini bir iyilik hareketine bırakacaktır.
Eğer derseniz ki niye zinciri kıran biz olalım, başkası değil. Zira insanların çoğu, tıpkı
çoğunluğun aldanması gibi gördüklerine karşılık olarak hareket tarzı belirler.
Şakik-i Belhi’nin İbrahim Ethem’e söylediği rivayet edilen şükre dair cevabı bize bir ışık
tutabilir.
Bir gün Şakik-i Belhi İbrahim Ethem’e sorar.
Geçinme, yeme içme hususunda ne yaparsın?..
İbrahim Ethem: “Bulursak yeriz, bulamazsak şükrederiz” der.
Şakik-i Belhi: “Belh’in köpekleri de öyle yapar”
Yaratılanların en üstünü kılınan insana, hele hele Müslümana elbet diğer mahlukattan
ayrılmasını sağlayan cevhere uygun olarak farkını göstermek düşer.
Aslında her daim kulaklarımızda çınlaması, bize yol göstermesi gereken bir ayet bizi karşılar
ve Müslümanın üstüne ağır bir vazife koyar: “Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk
etmesin.”
Hak gelince batılın zail olması gibi, karanlığı aydınlığın kovması gibi bu vazife de yine
Müslümana düşmekte elhamdülillah.