Son zamanlarda karşılaştığım bir söylem dikkatimi çekiyor. “Din birdir; dindarlık ise bir
fertten diğerine değişiklik gösterir. Yeni nesillere kendi yaşadığımız dindarlığı din olarak
dayatmayalım. Yeni nesiller de kendi dindarlıklarını kendileri şekillendirip yaşasın.” Bu söylemin
gerekçelerini anlamaya çalıştım.
Hangi sâikle sevk edilmiş bir önerme olduğunu düşündüm.
Öncelikle yaşanmış dindarlıkların birbirine benzer yanlarının birbirinden farklı yanlarından çok
fazla olduğunu belirtmek isterim. Özellikle Müslüman dindarlığı açısından durum böyledir. Bir
Müslüman namaz kılarak dindarlığını gösteriyorsa diğer Müslüman yoga yaparak mı dindarlığını
gösteriyor? Hayır. Bir Müslüman kendini içki ve hayâsızlıktan koruyorsa diğeri uzun atlama
yaparak mı dindarlık ortaya koyuyor?
Müslümanlığın gerekleri zaten bellidir. Toplumumuzda
dindarlık saikiyle sergilenen davranışlarda göze çarpan ciddi bir farklılık bulunmamaktadır.
Yaşanan dindarlıkların müşterek yanlarını niye görmüyoruz? Bu söylem “dindarlığını ortaya
koymak için yaptıklarını kutsal görme” şeklinde bir teklif gibi duruyor. Dindarlığımızla kutsalın
bağlantısının kopması dindarlığımızın da iç dünyamızda tartışılır hale gelmesine sebep olmayacak
mı? Çocuklarımızı dindarlık bakımından kendimize benzetmeyeceksek, onlar kendilerini kime
benzetecek? “Dindarlığınızı kendiniz şekillendirin bizi örnek almayın” ne anlama geliyor? Dindar
olmayın diyecek olup, dili varmamak gibi bir şey olarak görünüyor.
İnanılacak hususlara iman nasıl olacak, çocuklarımıza biz dini böyle mi anlatacağız?
Dindarlığımızın nedenleri, niçinleri irdelememiz gerekmiyor mu? Bugünün nesline “inanılacak
hususlar” şunlardır diyerek mi yaklaşabileceğiz? Bir ikna ve içselleştirme süreci olmayacak mı?
Bu süreç de aslında dindarlıkla kutsalı birbirinden ayıramayacağımızı göstermez mi? “İnanılacak
hususlar” başlığı altındaki şeylerle ilgili olarak “oraya nasıl gelindi?” sorusu üzerinde hiç mi
durmayacağız? Din anlatımı “farzları yapıp haramlardan kaçın ve güzel ahlaklı ol” şeklinde mi
olacak? Bu bilgiyi sunmak kolaydır.
Mesele, bu bilginin muhtevasının pratik hayatta nasıl
doldurulacağıdır. İçinin nasıl doldurulacağı “size kalmış” derseniz “herkes her istediğini yapsın”
demiş olur ve tüm davranışlara bir “dini meşruiyet” vermiş olursunuz. Allah Teâlâ dindarlığın
içinin nasıl doldurulacağını insanlara bırakmamıştır. Peygambere bakarak içini doldurmalarını
murad etmiştir. İçini doldurmak size kalmış öyle mi? Hâlbuki konu, o kadar kabaca değil, işin
detayları var, zorlukları var, iç ve dış mücadeleleri var, çileleri var.
Allah kulundan dindarlık
istemiş. İstememiş diyebilir misiniz? Ucunda cennet bulunmuyor mu? Ey dindar görünümlü kişi,
dindarlığını sakın din gibi gösterme demek nasıl bir tutumdur? Sanki “bu dindarlık meselesi de
nereden çıktı” der gibi bir tepkiyi ihtiva ediyor. Çocuklarınıza dindarlığın gerekçelerini
anlatmanız gerekmiyor mu? Gerekçesi bilinmeden ve içselleştirmeden yaşanan şey ne kadar
derinlikli olabilir?
“Kimse kendi dindarlığını din gibi göstermesin” sözü ile şu mu söylenmiş oluyor? Kendi
dindarlığına kutsallık atfetme ve onu başkasına dayatma. Bu tutum aslında dindarlığı yüzde yüz
bireysel alana çekmektir. Hâlbuki dindarlığın doğasında bireysellik değil, içtimâilik vardır. Ben
senin dindarlığını destekleyeceğim, sen de benim dindarlığımı destekleyeceksin.
Birlikte kemâli
yakalayacağız. Din içtimai bir mutabakat dedik. Akabe biatlarında alınan sözleri incelediğimizde
cana kıymamak, zina etmemek, hırsızlık yapmamak, doğacak çocuğu öldürmemek, gayri meşru
çocuğu başkasına nisbet etmemek gibi her birinin toplumsal yönü ağır basan hususlar olduğunu
görmekteyiz. Bunların hepsi kişinin keyfine bırakılacak konular değildir. Birbirinden bağımsız
fertleri değil toplumun bütününü ilgilendiren konulardır. Din bağı, içtimai ve amelî bir
mutabakattır. Bu bağın bir tarafı Allah’a bakar. Diğer tarafı da toplumdaki fertlerin birbirlerine
karşı bağını ifade eder.
Allah Teâlâ İsrail oğullarını seçti ve onlardan bir ahit aldı. Neden bir ferdi değil de
toplumu seçti? Emrettiği ve takdir ettiği din, içtimai olarak yaşansın diye seçti. Birbirinden
bağımsız fertleri seçmedi, bir toplumu seçti. Farz kıldıkları, haram kıldıkları ile güzel ahlakın da
ancak içtimai bir zeminde yaşanabileceğine de böylece işaret etmiş oldu.
Ferdin dini yaşaması
için içtimaî bir zeminin olması gerekmiyor mu? Hukuk, eğitim sistemi ve istihdam sisteminin
dindarlığı desteklemesi gerekmiyor mu? Dindarlığı, insanların gönüllerinin estiği şeylere terk
ederseniz nasıl bir netice olur bilemem. Belki kabul de görür. Ama dinin Şârii’nin istediği bir
dindarlık ortaya konulup konulmadığı çok su götürür. Kitab ve sünnete bakarsan dindarlığı
dinden ayrılmadığını görürüz. Bu konuda örnek verelim.
Dindarlığın Din Anlamında Kullanıldığı Ayetler
Dindarlığı din gibi gören ayetler pek çoktur. Kur’an’da din kelimesinin geçtiği ayetleri alt
alta sıralasak neredeyse tamamında “inanç sistemi” anlamından ziyade “kulun Allah ile nitelikli
ve içi doldurulmuş, lafta kalmamış yakınlığı” anlamında dindarlığı görürüz. Ezcümle bir iki âyet
zikredelim.
“Sizin dininiz size, benim dinim banadır.” (Kâfirûn 109/6) âyetini düşünelim. Cahiliye
insanının kutsalla hiç ilişkisinin olmadığını ve dinsiz olduğunu söyleyemeyiz. Bahîre, sâibe,
vasîle ve hâm gibi verim aldıkları bazı hayvanları kutsal saydıklarını ve üzerine binmediklerini
biliyoruz. (Mâide 5/103) Müslüman dindarlığı ile müşrik dindarlığı birbirinden tabii ki farklıdır.
Ama Müslüman dindarlıkları birbirinden farklıdır diyemeyiz. Benzerlikleri farklılıklarından kat
kat fazladır.
“İbrâhim de bu dini oğullarına vasiyet etti, Ya‘kūb da. “Oğullarım! Allah sizin için bu
dini seçti; öyleyse yalnız O’na teslim olmuş müminler olarak can verin!” (dediler). (Bakara 2/
132) Bu âyette Allah’ın seçtiği dinin belirgin bir hususiyetinin “teslimiyet” olduğu belirtilmiştir.
Burada “Müslümanlar olarak can verin, dindar olarak bu dünyadan ahirete irtihal edin” mesajı
bulunmaktadır. İçi doldurulmamış, kuru bir aidiyetle bu işin olmayacağını gösterir.
“Hâlbuki onlara, Allah’a kulluk etmeleri, Hanîfler olarak O’na yürekten inanıp boyun
eğmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri emredilmişti. Doğru din de işte budur.” (Beyyine
98/5) Burada yürekten iman gibi namaz ve zekât gibi dindarlık olarak nitelenmesi gereken şeyler
“doğru din” olarak nitelenmiştir.
“O Allahdır ki o, Resulünü hidâyet kanunu ve hak dini ile bütün dinlerin üzerine
geçirmek için gönderdi, müşrikler, isterlerse hoşlanmasınlar” (Tevbe 9/33) Bu âyette hak din
ifadesi geçmektedir. Mümin kişi sergilediği dindarlığın hak olduğuna inandığı takdirde bunu din
olarak da görür. Uyguladığı dindarlığın hakiki dindarlık olduğu gibi başka dindarlık biçimlerinin
de hak ve gerçek olduğuna inanan kimsenin din ile ilişkisi tartışmalıdır. Herkes aslında doğru
yolda dediğinizde kendinizin de gittiği yol ile ilgili şüpheler taşıyorsunuz demektir.
Dindarlığın Din Anlamında Kullanıldığı Hadisler
Dindarlığı din gibi gösteren hadisler pek çoktur. Yemekte tuz kabilinden birkaç tanesini
dile getirelim.
Kadın dört şey için nikâh edilir hadisinde “لدينها /dini için” ibaresi geçmiştir. (Buhârî,
Nikâh, 16, 28) Burada dinden kastedilenin dindarlık olduğu açıktır. Dindarlık din anlamında
kullanılmıştır.
“Kişi arkadaşının dini üzeredir” (Tirmizî, Zühd, 45) hadisinde yer alan “علي دين
خليله/arkadaşının dini üzeredir” ifadesi “arkadaşının dindarlığı üzeredir” anlamındadır. Dindarlık
arkadaştan arkadaşa sirayet eder. Arkadaşınızı iyi seçin denilmektedir.
“Din nasihattır” hadisinde (Müslim, Îmân, 95) dindarlık, din anlamında kullanılmıştır. Bu
hadisi “din samimiyettir” şeklinde anlamak daha uygundur. Hadisin devamında Allah’ın zâtı,
kitabı, resûlü, Müslümanların yöneticileri ve tüm Müslümanlar için dinin samimiyet olduğu
belirtilmiştir. Allah’la ve O’nun mahlûkatı ile samimi, nitelikli ve müspet münasebeti ifade eden
ve derin anlamlar taşıyan “dindarlığı”, insanların ayrıştığı bir olgu gibi görüp dinden ayırma
telaşına girmek ne kadar doğru olabilir?
Sonuç
Dindarlığı dinden ayırmak mümkün değildir. Dindarlık dinin ruhudur. Dindarlığı dinden
ayırırsanız ortada din diye bir şey de kalmaz. Dindarlığı yaşama görevini Allah insana vermiştir.
İnsan mükerrem bir varlıktır. Allah ona kendi ruhundan üfledi. Dindarlığı anlamak için insanı
anlamak lazımdır. Dindarlık ilahi bir tarafı da bulunan insanın Allah ile olan nitelikli münasebeti,
yakınlığı ve beraberliğinden doğmaktadır.
Kutsalı anlamak insanı anlamakla ilgilidir. Kutsal dinin şekil ile alakalı kısımlarından
ziyade insanın niyet ve amelinden, Allah’la beraberliğinden neşet etmektedir. Dindarlık insana bir
mesuliyet yükler ve sürdürülme gibi bir zorunluluk ta taşır. Dini söylemler terennüm edip
uygulamaya dökmeyen kimse kısa zaman sonra belli olur. Sözden uygulamaya geçmemiş
dindarlık iddiası kendini ele verir. Bu açıdan bakıldığında dinin istismar edilebildiğini ama
dindarlığın istismar edilemeyeceğini görürüz.
“Dindar ol ama yaşadıklarını din gibi görme” teklifi, “kendi dindarlığının da doğru
dindarlık olduğuna inanma” anlamını taşır. Kişi, kendi dindarlığının doğru dindarlık olduğuna
inanırsa onu din gibi görür. İnsan kutsal olanla bağının sürmesi için yaptıkları ve yaşadıklarının
da kutsalın içinde ve şemsiyesinde olmasını ister. İnsanlara diyorsunuz ki senin dindarlığın sana,
başkasının dindarlığı başkasına olsun. Kendi dindarlığını “din” diye dayatma.
O zaman din nedir
diye karşı soru sorma ihtiyacı doğar. Bu sorunun cevabından beklenen ansiklopedik malumat
değildir. Dinin sizin için ne kadar değer taşıdığı sorusu ile de irtibatlıdır. İnanılacak hususlara
inanmanın gerekçeleri neler? İnsan gerekçesiz mi inansın? İnandıkları ve yaşadıkları şeyler onun
için olmazsa olmazı teşkil etmesin mi? İnandıkları ve yaşadıkları onun için bir dünya görüşü
mesabesinde olmasın mı? Sonuç itibariyle dindarlığını din gibi görmek yanlış değildir. Problemli
olan bunu bir sorun edinme yönünde gelişen tutumdur.