Geçen günlerde ilgi ile izlediğim “Son Davet” programında makâsıd konusu işlendi. Bilindiği gibi dinin, canın, neslin, aklın ve malın muhafaza edilmesine “Makâsıdü’ş-şerîa” veya makâsıd-ı hamse (korunması gereken beş şey) deniyor. “Peygamberlerin getirdiği esaslar, emir ve yasaklar bunları korumak içindir” deniliyor. Programın sonuna kadar bekledim, konuşmacı Hocanın sıralamayı nasıl yapacağını merak ediyordum. Nihayet Hoca, sıralamayı şöyle yaptı: Canın korunması, neslin korunması, aklın korunması ve malın korunması. Dinin korunması sıralamada yer almadı. Bu konuda herhangi bir şey de söylenmedi, üzüldüm. Demek ki modern makasıd çalışmalarında dinin adı bile geçmiyor, “bu konuya özel yapılmış programda” sıralamaya bile girmiyor. Hüsnü zannım ve hayırhâhlığım sebebi ile programa konuk olan hocanın ‘unuttuğunu’ düşündüm. Bununla birlikte dinin korunması meselesinin ülkemizde yeterince anlaşıldığını düşünemiyorum. Dini Yüksek Tahsil müesseselerinin “dinin korunması” meselesinin anlaşılmasına katkısının da belirsiz olduğunu düşünüyorum. Dinin korunması, inancın korunması olarak algılanıyor. Mesela bir memlekette insanlar zorla din değiştirmeye zorlanıyorsa din korunmamıştır gibi bir algı var. Sosyal medyadaki bir paylaşım da dikkatimi çekti. Aileyi, nesli, dili, dini, devleti koru diyor. Son zamanlarda devleti koru refleksinin din dâhil her şeyi korumaktan öne geçtiğini düşünmeye başladım. Kendini laik olarak tanımlamak aslında dini korumayı taahhüt etmemeyi de ifade ediyor.
Dinin Korunmasının İhlal Edildiği Örnekler
Son Endülüs Devleti Benî Ahmer’in 1492 düşmesi sonrası İspanyolların din değiştirme ya da ölüm seçeneklerinden birine zorlanan ve Morisko adı verilen Müslümanlar, külli bir zorunlu değişim sürecine maruz kaldı. Kılık kıyafet, insan ilişkileri dâhil hayatın tamamı değişti. Hayatın tamamı değiştiği için gizli dini hayat sonraki nesillerde sürdürülemedi. Konverso adı verilen Yahudi kökenliler de benzer bir asimilasyona maruz kaldı. Morisko ve Konverso’lar, dinin “sınırlarından/hudutlarından” zorla koparıldıkları için sonraki nesillerinde dini hayat sürdürülemedi. Domuz eti, içki, tesettür, kadın erkek ilişkileri gibi konularda helal daireden koptukları için kaybettiler. 1984-1989 yılları arasında Bulgaristan Devleti bir uygulama başlatmıştı ama devam etmedi. İsimlerin değiştirilmesi, ölülerin Müslüman kabristanına defnedilememesi, erkek çocuklarının sünnet ettirilememesi dini hayatı büsbütün tehdit eden uygulamalar değildir. Sözünü ettiğimiz yıllarda Bulgaristan, Belene adası kampında asimilasyonu kabul etmeyen Müslüman Türk erkekleri işkenceye maruz bırakılıyor, ağır işlerde çalıştırılıyordu. Bu konuda günümüzde yaşadığımız bir örnek vermek istiyorum. Bir yönetim asimile yapmak istediği zaman, aralarında nikâh bağı bulunmayan kadın ve erkekleri birlikte kampa alıyorsa, aynı yatakhanelerde kalmalarını, birlikte dans ve resim dersi almalarını zorunlu tutuyorsa asıl asimilasyon budur. Dinin kaybedilmesine neden olacak asıl uygulama budur. Çünkü bu ortamda bulunan kadın ve erkekler dinlerini muhafaza edemezler. 2012 sonrası Doğu Türkistan eğitim kampları uygulaması bu tarz bir uygulamadır ve Belene uygulamasından tamamen farklıdır. BBC’nin Doğu Türkistan’daki kamplarla ilgili çekilmiş bir videosu bulunmaktadır. Videoyu izlediğinizde İngiltere ve Çin Hükümetlerinin mutabakatı ile hazırlanmış bir yapım olduğunu ve asimilasyonun boyutunu anlıyorsunuz. Videoda aynı mekânı paylaşmaya mecbur tutulan genç erkek ve kızların birlikte resim, müzik, dans gibi dersleri aldığı konu edilmektedir. Kendi hazırlattıkları videodan da anlaşılıyor ki böyle bir ortamda dindarlık sürdürülemez, din korunamaz. Sosyal medyada bu video, “Burada düşünceleri değiştiriyoruz” başlığıyla verilmiştir. Aslında değiştirilmeye çalışılan düşüncelerden önce dindir. Kişilerin hayat tarzları ve helal haram ölçülerinin değiştirilmesi, isimlerinin değiştirilmesinden daha ağır bir yaptırımdır. Nitekim konuyla ilgili Doğu Türkistan’daki eğitim kamplarını değerlendiren bir ulusalcı siyasetçinin değerlendirmesi dikkatimi çekmişti: Şöyle demişti: “Asimilasyon kötü şey değildir. Doğu Türkistan’daki kamplar, bizdeki Köy Enstitüleri’ne benzemektedir.” Köy Enstitüsü mensupları, okullarını bir “aydınlanma mucizesi” olarak görmektedir. Aydınlanma “hayat tarzının değişmesini” de getiren bir kopuştur. İnancından uzaklaşma değil daha büyük bir kopuştur. Din, içtimâî bir kabul ve bu kabulün oluşturduğu ortamda teşekkül eden değerlerin tamamıdır. İtikad, ibadet ve ahlaktan herhangi biriyle eşitlenemeyecek küllî ve içtimâî kabul ediş, duruş ve ilişkiler düzenidir. Yukarıda sözünü ettiğimiz ulusalcı siyasetçiye başka bir ortamda Doğu Türkistan’la ilgili soru sorulmuş. (https://www.youtube.com/shorts/eq1AJnp_I1A) Soran kimse “dinin korunması” meselesini algılayamadığı ve karıştırdığı için isabetli sorunun hiç sorulamadığı bir mülakat olmuş. Program sunucusu, Uygurca konuşmaya müsaade edilmediğinden söz ediyor, iddiasının aksine deliller sunuluyor. Mescitlerin azlığından söz ediyor, kişi başına düşen mescit miktarının Türkiye’de kişi başına düşen cami miktarının iki katı olduğu cevabı ile karşılaşıyor. Sunucuya kızamıyorum. Burada kabahatin büyüğü ilahiyatçılarda ve dini anlatmakla görevli olanlardadır. Biz dini doğru anlatırsak insanların bakış açıları da ona göre şekillenir. İnsanlar dini bilmiyor, kültür sanıyor. İnsanlar dini hassasiyetleri milli reflekslerle karıştırıyor. Sunucu “genç erkek ve kadınların aynı yatakhaneyi kullanarak ve zorla karma bir vaziyette müzik, resim ve dans öğrenmeye zorlanmaları dînî asimilasyon değil midir” şeklinde bir “damar soru” soramıyor. Sunucu neden sormuyor, çünkü öyle bir bakış açısı yok, bu bakış açısının alt yapısı oluşmamış. Din ya milli kimlikle ya dille veya ahlakla karıştırılıyor. Dinin hakikati başka bir şey. Makâsıd-ı hamse’de dini sıralamaya koymayan Türk İlahiyat alt yapısı da dinin hakikatini anlamaya hizmet etmiyor.
Dinin korunması ile ilgili İsrail’de yaşayan dindar Haredim Yahudilerinden bir örnek vermek isterim. Ümit ederim ki bu vereceğim örnek anlatmak istediğimin anlaşılmasına katkı sağlar. Anadolu Ajansı’nın “Neden İsrail ordusunda askerlik yapmaya karşısınız?” künyeli, iyi hazırlanmış bir videosu var. İzlemenizi tavsiye ederim. (https://www.youtube.com/watch?v=L5QpEaN-LrM) Burada konuşan Haredim Yahudisi şunları söylüyor: “İsrail ordusunda Tanrı’ya karşı olan bir hayat var. Kutsal Tevrat’ta kurallar var. İsrail ordusu bu kurallara karşı. İsrail ordusunda olup da dindar olmanız mümkün değil… Tevrat’a göre kadın ve erkekler arasında iletişim olmamalı. İsrail ordusunda ise kadınlar ve erkekler karışık halde bulunuyor. Ordudaki kadın ve erkek ilişkileri, hiç konuşmamayı tercih ettiğim bir problem…Bu küfür (ve) tanrıya şirk koşmak demektir. Kafama silah dayayıp orduya katılıyor musun diye sorsalar, askere gitmiyorum kafama sıkın derim.” Videoya konuşan Haredim Yahudisi orduya katıldığı takdirde dinini kaybedeceğini söylüyor. Dinin korunması da işte tam olarak budur. Doğu Türkistan’daki kamplara katılan kadın ve erkeklerin de dinlerini korumaları imkânsıza yakın bir şeydir. Allah’ın haram kıldığı şeyleri işlemeyeceğiniz bir ortam oluşturulmuyorsa dininizi koruyamazsınız. Makasıd çalışmaları bağlamında Batı’da üretilmiş evrensel değerler ile İslam’ın Değerleri arasında ortak nokta arayışı içindeki ilahiyatçıların atladığı konu, tam olarak budur. İsrail Hükümetinin Filistinli kardeşlerimize uyguladığı sindirme ve baskı siyasetini elbette kınıyoruz. Ancak şunu belirtmeliyiz. Dinini kaybetme tehlikesi Filistinliler için bulunmamaktadır. İsrail’de Filistinli olmak, dindar Haredim Yahudisi olmaktan daha avantajlıdır. Haredimler karma askerlik yapmak zorunda oldukları halde Filistinliler’in bu mecburiyetleri bulunmamaktadır. Ayrıca İsrail Hükümeti Filistinlilerin kendi aralarında evlenme, boşanma ve mirasta İslam hukukuna göre muamele etmelerini tanımıştır. Bu, dinin korunması açısından fevkalade büyük bir kazanımdır.
Dinin Korunmasının Büyük Risk Taşıdığı Örnekler
Avrupa Birliği ülkelerinin “Dinin Korunması” meselesini bizden daha iyi anladıklarını söyleyebilirim. Nüfuslarını sürdürme kabiliyetlerini büsbütün kaybettiklerinde İslam coğrafyalarında iç savaş çıkardılar. Önce göçmen potansiyeli oluşturdular. Sonra göçme akınından dert yandılar ve Türkiye gibi ülkeleri göreve çağırdılar. Ama çaktırmadan bir iş yaptılar. İslam coğrafyalarından gelen göçmenler arasında on yaşın altında çocukları bulunanları, yani asimile edebileceklerini kestirdikleri aileleri aldılar. Sözde göçmen akınından dert yanan Almanya bile “çaktırmadan” bir milyon üç yüz bine yakın göçmen aldı. AB ülkelerinin tamamında eğitim zorunludur. Bir önceki yazımda İsviçre örneğini verdim. Lise çağında Müslüman genç kızları erkeklerle karma zorunlu yüzme dersine alıyorlar. Böyle bir ortamda din kalır mı? Din, utanma duygusunu emrediyor. Din, erkek ve kadınların bedenlerini toplumda sergilememelerini emrediyor. Avrupa Birliği ülkelerine onaylanan projeler kapsamında gönderilen öğrencilerle iftihar eden eğitimciler biliyorum. Yurt dışına öğrenci göndermiş olmayı büyük bir başarı görüyorlar. Bu öğrenciler karma ortamda belirli bir süre birlikte yaşayacaklar. Karşı cinse karşı arzunun en kuvvetli olduğu gençlik yıllarında nefislerine sahip olabilecekler mi, dindarlıklarını koruyabilecekler mi? Bu sorunun cevabı üzerinde kafa yoran kimseye rastlayabilmek kolay değildir. Çünkü herkes mevcut eğitim çarkına teslim olmuş vaziyettedir. Dini koruma penceresinden konulara bakanlar çok azdır.
Anayasasında laikliğin değiştirilemez maddeler arasına girdiği bir ülkede on iki yıl zorunlu eğitimin esas itibariyle karma olması, dinin korunması açısından ele alınması gereken bir konudur. Rahmetli Teoman Duralı, “Harf inkılabı kültürel soykırımdır” demişti. Herhangi bir ülkede 18 yaşına kadar zorunlu eğitim varsa bakılır. 18 yaşına kadar sürecek olan eğitimin kız erkek karışık olması zorunlu ise bu da bir kültür/din soykırımıdır. Giyiniklik ile çıplaklık arasında bir yaptırımın bulunmadığı ‘zorunlu karma eğitim’ dinin kökünü kazımaktır ve net bir asimilasyondur. Dînî orta öğretim kurumlarında kız ve erkeklerin ayrı okulda okuyabilmesi, bu isimlendirmeyi yapmamızı engellemektedir. Ancak bu durumun esas değil, istisnâî olduğu gerçeğini atlamamak gerekir. On iki yıl zorunlu eğitim, İmam Hatiplere özgürlük verilecek gerekçesiyle yeterince tartışılmadan bu ülkede kabul edildi. İçeriğinin ve mahiyetinin kişilerin din ve inançlarına göre belirlenmediği zorunlu eğitim, insan hayatına haksız bir müdahale değil midir? Karma eğitim esas, kız erkek ayrı eğitimin istisnâî olması Müslüman bir ülke için kabul edilebilecek bir durum değildir.
Ahlakı Korumak Dini Korumanın Yerine Geçer mi?
Son zamanlarda dinin korunmasını birinci önceliği haline getirmeyenler ahlaka vurgu yapmaya başladı. İçlerinde dini ahlakla eşitleyenler bile var. Din olmadan birlikte yaşama barışı, hukuku ve ahlakı da olmaz. Esin kaynağı ilahi olmayan bir hukuk düzenine razı olmak, dinin korunmasının ıskalanmasına da razı olmak anlamını taşıyor. Küresel yasalar zulme engel olmada ne kadar caydırıcı bunu kimse sorgulamıyor. Haksızlıklara geçit vermeyen bir hukuk düzeni olmadan insanlardan “birlikte yaşama ahlakı” beklenebilir mi? Birlikte yaşama ahlakının gelişmesi için önce “mazlumun hakkını koruyor görünüp zalimin ekmeğine yağ süren” bu hukuk düzeninden kurtulmak gerekir. Zulme maddi ve manevi yaptırım getirmeden her şeyi ahlaka dayandırma ve ahlaktan bekleme, modern bir yolunu şaşırmışlık örneğidir. Bir yandan suçluyu koruyan Avrupa Birliği yasalarına razı olanların diğer taraftan ahlak edebiyatı yapması hüzün veriyor. Caydırıcı hukuk olmadan ahlak beklentisi tutarlı bir yöneliş görünmüyor.
Sahabe-i Kirâm’ın Din İdrâkine Bir Örnek
Yeri gelmişken “kaybedilen dinin nasıl tekrar kazanıldığını anlatan” bir hadis nakletmek istiyorum. Dinin kaybedilmesinin nasıl bir vahamet olduğunu anlatmak için bunu yapıyorum. Adamın birisi Câhiliye döneminde fahişelik yapan bir kadına uğrar ve onunla oynaşmaya, sarkıntılık etmeye başlar. Kadın adama şöyle bağırır: “Bırak, muhakkak ki Allah şirki giderdi, İslam’ı getirdi./ مَهْ فَإِنَّ اللَّهَ قَدْ أَذْهَبَ بِالشِّرْكِ وَجَاءَ بِالْإِسْلَامِ” Adam beyninden vurulmuşa döner, hızla ve önüne bakmadan kaçmaya başlar. Bir duvara çarpar, yüzü gözü kan içinde kalır. Soluğu Hz. Peygamber’in huzurunda alır, her şeyi anlatır. Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Sen Allah’ın hayır murâd ettiği bir kulsun. Allah bir kulun hayrını murad ettiği zaman onun cezasını vermekte acele eder. Allah bir kulun şerrini murad ettiği zaman cezasını erteler ve kıyamet günü ona değer vermez.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, XXXVII, 360(16806); İbn Hibbân, Sahih, VII, 173) Bu hadisin beni en çok etkileyen kısmı cahiliye döneminde fahişelik yapan kadının söylediği sözdür. “Allah şirki giderdi, İslam’ı getirdi” diyor. İslam, zinâyı helâl sayan iklimi değiştirerek cahiliye hayatına müdahale etti. İslam cahiliyenin doğal ortamına (habitatına) müdahale etti, Zinanın helâl sayıldığı ortamlar günümüz gençliği için de söz konusu olduğu için anne ve babalar çocukları için endişe duymaktadır. Meşru evliliği kolaylaştıran bir sosyo-ekonomik durum olmadığı için anne ve babalar endişe duymaktadır.
Sonuç
Dinin korunması nasıl algılandığı ile alakalı bir konudur. Bu konuda bir kafa karışıklığı bulunmaktadır. Kanaatimize göre zaruretler sıralamasında dinin korunması birinci sırada yer almalıdır. On iki yılı zorunlu modern eğitim düzeni ile ilgili, dini açıdan doğru tespitlerde bulunmak zorundayız. Bu eğitim düzeninde dinin kaybedilmesi tehlikesi vardır. Bu tehlikenin “inancından uzaklaşma” olarak nitelenmesi vahametin hiç anlaşılmadığını gösterir. Dinin korunmasını sosyal, iktisâdî ve içtimâî gerekliliklerinin tanınmasını şart koşacak şekilde düşünmeliyiz. Bu açıdan baktığımızda “camiler açık, girmenize engel çıkaran mı var” söyleminin hakikate mutabık olmadığını da haykırmamız gerekmektedir. Görünen o ki halkın dinini ve dindarlığını konuşmadan önce ilahiyatçıların dinin tarifi, öncelikleri ve olmazsa olmazları konusunda anlaşmaya varmaları gerekmektedir.
Not: 1445. hicrî yılımız ve Aşûre günümüz mübârek olsun.