Türkçemizde “Düşmek” kelimesi birçok manayı ihtiva etmekte. “Dadanmak, alışmak, müptela olmak, zayıflamak, şehit olmak, inmek, yağmak, sukut etmek, ayrılmak, sefil olmak, aciz kalmak” bunlardan bazıları. Dil üstatlarından Nihat Sami Banarlı, “Türkçenin Sırları” adlı kitabında “düşme” kelimesi için sayfalarca bölüm ayırır. “Düşmenin mevkiden, milletin gözünden, iktidardan düşmek olduğunu belirttikten sonra daha korkunçlarından da bahseder. Banarlı, [1]“düşmenin daha başka ne çeşitleri, ne vahimleri ne göze görünmezleri vardır. Allah elden ayaktan düşürmesin diyen, kurnaz dilenci psikolojisi, düşmenin bu her insana mukadder, tehlikeli şeklini çok iyi kavramıştır. O kadar ki bu usta dilenci duası, dilencilere, “Allah sevdiğinizden ayrı düşürmesin!” diyerek daha çok para kazandırır.” Diye tanımlar düşmeyi.
“Düşmek” Yahya Kemal’in dilinde, bazen dalmak bazen ümittir, bazen de acıdan ders çıkarmaktır.
Nurullah Genç’in o meşhur ve uzun Yağmur şiirinin değişik yerlerinde de “düştü” kelimesine rastlarsınız. Kelimelerin büyük bir ustalıkla mısralara serpildiğini görürsünüz.
“Sensizlik depremiyle hancı düştü; han düştü
Mazluma sürgün evi; zalime cihan düştü
Sana meftun ve hayran, sana ram olanlara
Bir bela tünelinde ağır imtihan düştü”
Şimdi isterseniz yaptığım araştırmamın “düştükleri” kelimesiyle nasıl bir irtibatı olduğuna bir bakalım.
Türkçe, matematik, tarih, rehberlik, genel kültür, spor, müzik, sanat, siyaset gibi değişik konulardan hazırladığım onlarca sorulara verilen yüzlerce cevaplar duruyor masamın üzerinde. Cevaplar garip, anlaşılmaz, bazen nükteli, bazen saçma, bazen de kendilerinden de büyük laflar söylettiren cinsten. Tek ortak noktaları tabiri caiz ise“tongaya düşüren cevapların” ben de tezahür eden düşündürdükleri. Bazı cevapların yüzlerinizde bir gülümseme meydana getirdiğini şimdiden görebiliyorum. Lakin asıl amacım bu değil, onların zihinsel, duyuşsal ve ruhsal bir takım farklı gelişim özelliklerini anlayabilmek, dünyalarına nüfuz edebilmek, bakış açılarındaki renkleri bir an olsun yakalayabilmektir. Aslında araştırmamın onlarla münhasır kalmayıp yetişkinlere kadar da uzandığını çok rahatlıkla söyleyebilirim. Bizler aynamızın kabiliyeti nispetinde eğitim sistemimizle ilgili pekâlâ bir resim çizebiliriz. Hatta daha da ötesi verilen cevaplarla sizlerde okulun, ailenin, çevrenin, ferdin ve toplumun yansıyan izdüşümlerini görebilecek çözümündeki kavşak noktanın maneviyat ekseninde sülük eden bir eğitim anlayışına bağlayacağınızdan da şüphem yok.
Gelelim avladığım birkaç sorunun ve cevabın bende düşündürdüklerine…
Soru 1: Öğretmeninizle ya da arkadaşınızla paylaştığınız bir anınız varsa açıklayınız?
—Öğretmenime sizi seviyorum demem.(Eyüp 6/B sınıfı öğrencisi)
—Arkadaşlarımla var ama kötü bir anı. 6.sınıfta okulun camı kırıldı diye öğretmenler bizi eşek sudan gelinceye kadar dövdüler ben o öğretmenlerden şikâyetçiyim. Hatta bizden parada aldılar. O günü hiç unutmayacağım.(İbrahim 8/B sınıfı öğrencisi)
İki şey belleklerimizde derin izler bırakır.
Biri sevgi diğeri ise korku…
Küçükken ilkokuldaki iki öğretmenimi hayatım boyunca unutmadım. Biri bizi çok seven, koruyan ve dersini hep esprili anlatan Naif Paydaş öğretmenimi, diğeri ise ismi bende saklı kalsın, bizleri topuklu ayakkabısıyla dövmekten başka hafızamızda yer tutmayan bir başka öğretmenimi…
Toplumda ya hoş sadâ bırakıp sevgiyle anılıp ayrılacağız bu fani dünyadan yahut da nefretle…
Soru 2: Mutlu olduğunuz bir anınızı anlatınız?
— 1.sınıfta öğrenciler sınıftayken öğretmenimiz “z” harfini yazıyordu. Benim yazım çok çirkindi. Ertesi gün çalıştığım için güzelleşmişti. Ve öğretmenim bana aferin dedi. Ve mutlu oldum.(Gülcan 5/B sınıfı öğrencisi)
—Öğretmenimizle pikniğe gittiğimiz günü hiç unutmadım.(Nurşin 7/A sınıfı öğrencisi)
—Biz bir gün okulda tiyatro yaptık ve öğretmenim Ahmo’yu, Ayşo’yu, Ağayı, Hacce bacıyı seçti. Ve tahtada canlandırdık.(Gülten 4/A sınıfı öğrencisi)
Küçük sözlerin bile ne denli büyük mutluluklar verdiğini öğrencilerimizin cevaplarından anlayabiliyoruz. Sıradan bir hadise gibi gözükse de öğretmenlik yıllarımda görev yaptığım köy okulundaki sıraların ayaklarını boyamak bile bana lezzet veriyordu. Okulun boya, badanasını yapmak, tuvaletlerini temizlemek, çocuklar üşümesin diye soba alabilmek için aylarca ilçe milli eğitim müdürlüğünün kapısını aşındırmaktan hoşnut oluyordum. Ve hiç de gocunmuyordum. Küçük dünyamdan memnun ve mesrurdum. Bulunduğu vazifeyi hor gören, köye geldiği gibi gitmeyi düşünen, hayattan kopuk, büyük hayallerin altında ezilen, ayağı yere basmayan, insanların ortak yaşantı alanına nüfuz etmeyen, sadece etiket peşinde koşan eğitimci portresinden hep ürkmüşümdür. En büyük sıkıntımız mutluluğumuzu büyük işlerde, büyük mevkilerde ve mükemmeliyetçilikte arıyor olmamızdır. Hem kendimizi, hem başkalarını mutlu etmek aslında çok masraflı bir hadise değildir. Bir gülümseme, bir bakış, bir selam ve birkaç güzel sözün getiremeyeceği kazanç yok gibidir.
Soru 3: Annenin kız kardeşine ne denir?
—Annemin kız kardeşi Hatice’dir.(Ubeyit 2/C Sınıfı Öğrencisi)
Sorunun cevabını nasıl değerlendirmeliyiz? Kalıplaşmış dünyamıza göre mi, çocuğun esrarengiz dünyasına göre mi? Yaşantı alanımızdaki algılarımıza göre istenilen cevap elbette teyzedir. Zira ikinci sınıf öğrencisi için “teyze” unvanı çok bir anlam ifade etmez. Ailesinin ve akrabalarının sıcak yakınlığıyla ilgilenen çocuk, bizlerin bir yakıştırması olan “teyze, dayı, hala amca” gibi kavramlardan oldukça uzaktır. Bu yüzdendir ki kendine özgü düşüncesiyle annesinin kız kardeşine Hatice demiştir. Kalıplardan uzak Ubeyit, orijinalliğini muhafaza edebilmiştir. Ben olsam bu yazılı sorusuna yüz üzerinden yüz verirdim. Sevgili Ubeyit’ciğim özgünlüğe devam et lütfen…
Soru 4: Teyemmüm ne zaman ve nasıl alınır?
— Suyun olmadığı zaman alınır. Ağza buruna üçer defa su vererek alınır.(Fuat 7/C Sınıfı Öğrencisi)
Düşünülmeden, irdelenmeden verilen bir cevap. Sanki İngilizce bir cümle ezberlemiş de manasını bilmeden kelimeleri peşi sıra döktürmüş. Yeteneklerimiz bir bir külleşip, uçup gidiyor elimizden. Şaşma yeteneğimiz şaşılacak halde… Kaçımız televizyonun, radyonun, bilgisayarın neden ve nasıl çalıştığını merak etmişiz? Kaç kişi, yıldızlar neden yere düşmüyor diye sorgulamıştır. Neden “merak” hissiyatımız törpülendi. Şeker yüklemesi gibi bütün bilgilerin bir çırpıda vücudumuza enjekte edilmesinin sebebi hikmeti nedir? İçselleştirilmeden yüklenilen her bilgi bedenimizde bir kalburdur sadece. “Türkiye’de en fazla bor mineralleri nereden çıkarılır? Bakır en fazla hangi ilimizde” en fazla, en az, en küçük, en büyük…
Tetkik edilmeden, sorgulanmadan yüzlerce, binlerce bilgi depolandı hafızamıza… Oysa dokunamadık bunlara, düşünemedik borun, bakırın ne işe yaradığını ve nerelerde kullanıldığını. Ansiklopedik bilgileri bilmek entelektüel olmanın yegâne işareti sayıldı. Yıllarca tarih kitaplarımızda, acayip elbiseleriyle insandan çok bir orangutanı andıran düşünceden yoksun yaratıklar resmedilip durdu. Düşüncelerimiz, aklımız, ruhumuz, istidadımız ve bütün özelliklerimiz ölüyor.
Bir ölü yaşayanlara ne verebilir?
Merak eden, irdeleyen çocuklarımızı çok konuşuyor diye ağzını kilitlemeyi marifet sayıyoruz. Nasıl öğrenmişsek hayatı onlarında öyle kabullenmelerini bekliyoruz. Anlamıyoruz anlatamıyoruz anlamlandıramıyoruz.
Devamı bir sonraki yazımda…
[1] Sami Banarlı Nihat, “Türkçenin Sırları” İstanbul 2009, Kubbealtı Yayınları