Konuya girmeden önce hemen şu soruyu sorayım: Bir hücrede ne kadar atom vardır?
Washington Üniversitesi’ndeki mühendislerin tahminine göre normal bir insan hücresinde 1014 civarında, diğer bir ifadeyle 100,000,000,000,000 (100 trilyon) atom bulunmaktadır. İlginç bir şekilde, insan vücudundaki hücrelerin sayısı da tahminlere göre hücredeki atomlar kadardır. (Https://www.Thoughtco.Com/How-Many-Atoms-İn-Human-Cell-603882 (Erişim: 12.02.19))
Burada ayrıca hücre içindeki atomların çuvaldaki patatesler gibi durmadığını her atomun diğerleriyle organik bir bütünlük içinde akıl almaz bir şekilde çalıştıklarını söyleyelim.
Hücrenin varlığı 1665 yılından beri bilinmektedir. Fakat nasıl olduğu, ne gibi hayati fonksiyonları icra ettiği bilinmiyordu. Michael Behe’nin ifadesiyle Darwin’in yaşadığı 19. yüzyılda hücre adeta bir kara kutuydu. Sırları bilinmemekteydi. Hatta bazıları onun hakkında içi jöle dolu bir kabarcık diyordu. İkinci Dünya Savaşından sonra elektron mikroskobu çıkmış ve bundan sonra hücrenin sırları yavaş yavaş keşfedilmiştir.
Hücrenin sırlarının keşfedilmesi onun olağanüstü karmaşık, planlı yapısını ortaya koymuş ve bunun tesadüfen olamayacağını da akıllara getirmiştir. Michael Behe Darwin’in Kara Kutusu adlı kitabındaşöyle diyor:
Modern biyokimya son kırk yılda hücrenin sırlarını çözmüştür. Bu ilerleme kolay olmamıştır. On binlerce gönüllünün, yaşamlarının en güzel dönemlerini sıkıcı laboratuar çalışmalarına vermesi gerekmiştir. Hücreyi – yani yaşamın moleküler seviyesini – incelemek için harcanan bu kümülatif [birikerek çoğalan] çabaların sonucu, [bomba gibi] yüksek sesli, net ve delici bir çığlıktır: “Tasarım!”
Sonuç gayet açık ve önemlidir. Öyle ki bu buluş bilim tarihindeki en büyük başarılardan birisi sayılmalıdır. Yaşamdaki akıllı tasarımın keşfi, dünyanın güneş etrafında döndüğünün, hastalıklara bakterilere sebep olduğunun ya da radyasyonun kuantumdan yayıldığının keşfi kadar önemlidir. Yıllarca süren yoğun çabaların ardından elde edilen bu zaferin büyüklüğü, dünyanın her tarafındaki laboratuarlarda şenlikler yapılması gerektiğini düşündürmektedir. İnsanlar hep bir ağızdan “Eureka!” [Buldum, buldum] diye bağırmalı, sevinçle ellerini çırpmalıydı.
Ama olmadı. Hücrenin belirgin karmaşıklığı karşısında etrafı meraklı ve utangaç bir sessizlik kapladı. Durum açıklandığı zaman ayaklar dolaşmaya, nefes alıp vermeler zorlaşmaya başladı, insanlar kendi başlarına biraz daha rahattı, çoğu gördüğünü açıkça kabul etti. Ancak daha sonra yere bakıp başlarını sallayarak işi oluruna bıraktılar. (Mıchael Behe Darwin’in Kara Kutusu, s, 269 vd.)
Bilim dünyası bu sarsıcı keşfi benimsemekte neden isteksiz davrandı? Behe’ye göre bu sorunun cevabı, bu keşfin Allah’ın varlığını göstermiş olmasıdır.
Bilim adamı Michael Denton’un şu izahı konuyu biraz daha açar mahiyettedir. Denton şöyle diyor: “Moleküler biyoloji tarafından ortaya konulan yaşam gerçeğini tam olarak anlayabilmek için bir hücreyi bir milyar defa büyütmemiz gerek. Hücremiz bu durumda New York veya Londra kadar büyük bir şehri kaplayabilecek devasa bir zeplin [veya bir uzay gemisi] boyutuna gelecektir. Bu eşi benzeri olmayan yapının yüzeyinde sürekli materyal akışını sağlayan milyonlarca kapakçık/pencere görürüz. Eğer bu kapakçıklardan/pencerelerden birinin içine girebilseydik, kendimizi üstün teknolojilerle donatılmış akıl almaz derecede karmaşık bir dünyanın içinde bulurduk.” (Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, Great Britain, 1996, s. 328.)
Hücre gözümüzle göremeyeceğimiz kadar küçük. Fakat Mevlana’nın “Bir damlada bir deniz gizli, bir zerrede bir güneş saklı” dediği gibi, bu küçücük hücrenin içinde de büyük bir âlem saklanmıştır. İşte bu gözle görülemeyecek kadar küçük, fakat bir şehir kadar geniş, aynı zamanda insanların şehirlerinden daha mükemmel ve daha düzenli olan hücre tesadüfen ve kendiliğinden olamaz. Hücre ancak sonsuz bir ilim, irade ve kudret sahibi Allah tarafından yaratılmış olabilir.
Ateistler hücrenin tesadüfen meydana geldiğini ısrarla iddia etmişlerdir. Fakat hiçbir ateist bu tesadüfen meydana geliş hakkında tutarlı, mantıklı bir izah yapamamıştır. Bu konuda evrimci Prof Ali Demirsoy şöyle diyor:
“Özünde bir sitokrom-c’nin [hücredeki bir proteinin] dizilimini oluşturmak için olasılık sıfır denecek kadar azdır. Yani canlılık eğer belirli bir dizilimi gerektiriyorsa, bu tüm evrende bir defa oluşacak kadar az olasılığa sahiptir denebilir. Ya da oluşumunda bizim tanımlayamayacağımız doğaüstü güçler görev yapmıştır. Bu sonuncusunu kabul etmek bilimsel amaca uygun değildir. O zaman birinci varsayımı irdelemek gerekir. (Ali Demirsoy, Kalıtım ve Evrim, s, 61)
Yani Ali Demirsoy kısaca Allah’ın varlığını kabul etmektense, imkânsız olan şeyin mümkün olduğunu kabul ederim demek istiyor. Tabii burada sormak gerek “doğaüstü bir gücü kabul etmek bilimsel amaca niçin uygun değildir?” Bilimsel amacı tayin eden ateizm midir? Aynı zamanda bu bir önyargı değil midir? Önyargı bilimsel amaca aykırı değil midir? Dolayısıyla imkânsız olanı kabul etmek, makul olanı reddetmek bilimsel amaca aykırı değil midir?
İşte ispat bu… Gayet açık ve net… buyurun okuyun akıllıyım diyerek ortalıkta dolaşan inkara sapmış olan akılsızlar…
Bu güzel yazıyı okuduktan sonra şu harika hücre animasyonunu izlemenizi tavsiye ederim.
Animasyonda gördüğünüz, hareket eden, vazifelerini mükemmel bir şekilde yapan “şey”ler, carbon, hidrojen, oksiyen, azot ve benzeri cansız, ruhsuz, bilgisiz atomlardan oluşan birer kimyasal molekül.
Kendi cüssesinden yüzbinlerce kat daha büyük olan “yük”ü sırtlayıp mikrotübül adı verilen lifler üzerinde insan gibi yürüyen motor proteini… Herşeyi görmesek, bu bile insan aklını hayrette bırakır, akla “bunda zerre kadar tesadüf yok, buna kör ve sağır tabiat karışamaz” dedirtir.
Allah yarattı elbet.
https://youtu.be/B_zD3NxSsD8