“Kim kendi görüşüne (nefsani arzularına) göre Kur’an’ı tefsir ederse, ateşte oturacağı yeri hazırlasın” Tirmizi.
Diyelim ki, bir kitabı anlayarak okudunuz. Fakat sizin anladıklarınızla kitabı yazan şahsın kastettiği manalar birbiriyle örtüşüyor mu? Acaba onun kastettiği şeylerle, sizin anladığınız şeyler aynı mı?
Yazılanları yanlış anlamamız veya yazarın kastetmediği başka bir şeyi onun yazılarından çıkarmamız her zaman mümkündür. “Yanlış anlamak veya yanlış anlaşılmak”, çoğu zaman insanlarla konuşurken de karşılaştığımız bir durumdur.
Bir kitabı okurken eğer bir takım önyargılarla okuyorsak veya kendi düşüncelerimize uygun fikirler arıyorsak, muhtemelen yazarın kastından farklı bir manayı okuduğumuz metinden çıkarırız. Ama böyle değil de “yazar ne anlatmak istiyor” diyerek yazarı anlamak için okuyorsak yazarın kastettiği manaları anlamamız mümkündür. Kastedilen mana ile kastedilmeyen manayı çıkarmak daha çok bizim kitaba yaklaşımımızla ilgili bir durumdur.
Yazarın anlatmak istedikleri ile bizim anladığımız şeylerin farklı olması, beşerin yazmış olduğu kitaplarda belki de fazlaca bir önem arzetmez, ama okuduğumuz kitap bizim ve kainatın yaratıcısı olan Allah’ın kitabı olunca iş değişir. Çünkü Kur’an’ı Allah’ın murad ettiği, kastettiği şekilde anlamamak –müslüman bir kimse için- dünya ve ahiret hayatı açısından tehlikeli bir durum ortaya çıkarır.
Kur’an’ı okurken asıl olan, ondan kendimizce bir şeyler çıkarmak değil, Allah’ın kastettiği manaları bulmaya ve anlamaya çalışmak olmalıdır. Evet bir takım manalar çıkarabiliriz, fakat bu çıkardığımız manaları yüzeysel bir bakış açısıyla değil, kendi indi görüşümüzü Kur’an’a onaylatmak için değil, “Allah kitabında bize ne anlatmak istiyor, ayetlerde anlattığı şeylerden kastı, muradı nedir?” tarzında bir bakış açısıyla Kur’an’a yönelmekle olur.
Tefsir ilmi tarif edilirken “İnsan gücü ve arap dilinin verdiği imkan nisbetinde Allahın muradına delalet etmesi bakımından Kur’an metninin içerdiği manaları ortaya koyan ilimdir. (Tefsir Usulü ve tarihi. Muhsin Demirci. s. 86, Menahilül irfan c.2. s.96) diye tarif edilir. Yani müfessir Kur’anı tefsir ederken kendi anlayışına göre değil, ayetlerde Allah’ın murad ettiği, kastettiği manayı anlamaya çalışacaktır. Yoksa gelişi güzel nasıl anlarsa, nasıl aklına gelirse öyle değil.
İmam Rabbani “Mektubat”ında “Kur’an ve hadisten alınan her mana mefhumu muteber değildir” der. (193. mektup) Çünkü çıkarılan mana Allah ve resulünün kastetmediği yanlış bir mana olabilir. Bütün sapık mezhepler kendi fikirlerini ispat için kendilerince Kur’an’dan delil göstermişlerdir. Ehl-i sünnetin bu fırkalara itirazı, Kur’an’dan çıkarılan manaların yanlış ve muradı ilahiyi aksettirmeyecek şekilde olduğundandır.
İsabetli mana ile yanlış manayı diğer ifadeyle, muradı ilahiye uygun olan veya olmayan manaları Kur’an’dan nasıl çıkarırız veya anlarız?
Tefsir usulü kitapları bu mevzu üzerinde hassasiyetle durmuşlar ve muradı ilahiyi anlamak için bazı kriterler belirlemişlerdir.
Tefsirde muradı ilahiyi anlamanın birinci yolu Kur’an’ı Kur’an’la tefsirdir. Bazı ayetlerin izahı başka ayetlerde vardır. Bu yönüyle Kur’an’ı bir bütün olarak kavrayıp, bir ayetin diğerleriyle irtibatı araştırılmalıdır.
Muradı ilahiyi anlamanın ikinci yolu peygamberimizin sünneti ve hadisleridir. Kur’an’ı indiren Allahın, Kur’an’da kastettiği manaları en iyi anlayan hiç şüphesiz Kur’an vahyine muhatap olan peygamberimizdir. Öyle ise Kur’an’ı muradı ilahiye uygun anlamanın ikinci yolu peygamberimizin hadisleridir.
Üçüncü yol sahabelerdir. Çünkü onlar Kur’an’ın nüzulüne şahid olmuşlar ve Kur’an’ı en iyi anlayan peygamberden öğrenmişlerdir. Dördüncü yol ise tabiin ve tebe-i tabiindir. Selefi salihin olarak zikredilen bu üç neslin faziletine dair, Peygamberimiz (a.s.v) “İnsanların en hayırlısı benim asrımda olanlar (ashabım)dır. Sonra onların arkasından gelenler, sonra onların arkasından gelenlerdir” buyurmuştur.
İşte Kur’an’ı bu usule göre anlamaya çalışmak ve eğer bir takım manalar çıkaracaksak, bu usule ve arapçanın dil kurallarına göre çıkaracağımız mananın doğru olabileceğini söyleyebiliriz.
Herhangi bir şahıs, buraya kadar saydığımız ölçüleri kaale almayabilir ve “ben dilediğim gibi okur ve anlarım” diyebilir. Buna bizim diyeceğimiz bir şey yok. Herkes düşüncesinde hürdür. Yalnız neticede maruz kalınacak vebalede razı olmak gerekir. Çünkü Kur’an’dan çıkaracağımız yanlış bir mana, Allah’ın söylemediğini Allah’a nisbet olacaktır ki, bu Allah’a iftira manasına gelir. Bu tür insanlar Allah’ın “Allah’a karşı yalan uydurandan veya ayetlerini yalanlayandan daha zâlim kim olabilir? Şüphe yok ki, zâlimler felaha ermezler.” (En’am: 21) tehdidine maruz kalırlar. Peygamberimiz (a.s.v)’da bu hususta “Kim Kur’an’ı kendi reyine (nefsani arzularına) göre tefsir ederse ateşten oturacağı yeri hazırlasın” buyurmuştur.
***
Peygamberimiz asv şöyle buyurmuştur:
İsrail oğullarının başına ne geldi ise, hepsi karış karış Ümmetiminde başına gelecek. Hatta onlardan biri aleni olarak annesiyle zina etse ümmetimden de bunu yapan olacak. İsrail oğulları 72 millete ayrıldı. Ümmetim ise 73 millete (fırkaya) ayrılacak. Onlardan bir millet (cemaat) hariç hepsi cehennemlikdir.” “Ey Allahın Resulü o (kurtulacak olan fırka) hangisidir?” diye sordular. O da “Benim ve ashabımın yolunda olanlar ” buyurdu. (Tirmizi , Ebu Davud, Taberani)
Hadiste belirtilen “Benim ve ashabımın yolunda olanlar” ehl-i sünnet dediğimiz fırkadır. Günümüzde ve tarihte Ümmeti Muhammed’in ekseriyetini oluşturan ehl-i sünnet camiası, Kur’an’ı yukarda saydığımız ölçülere göre anlamış, itikad ve ibadetlerde bu usulü uygulamıştır. Onlara muhalefet eden ve bid’at fırkası olarak nitelendirilen grupların hemen hemen hepsi yukarda zikredilen usule daima muhalefet etmişler, Kur’an’ı muradı ilahiyi anlayarak tefsir etmekten ziyade, kendi nefsani anlayışları yönünde tefsir edegelmişlerdir. Onlar ya sarih ayetleri tevil etme cihetine gitmişler, ya hadisleri inkar etmişler, ya da ehli sünnet âlimlerini Kur’an’ı anlamamakla itham etmişlerdir.
***
Ehl-i Sünnet âlimlerini Kur’an’ı anlamamakla itham edenler hakkında Üstad Bediüzzaman şöyle der:
“Kur’ân-ı Hakîmin esrarı bilinmiyor; müfessirler hakikatini anlamamışlar” diye beyan olunan fikrin iki yüzü var. Ve onu diyen, iki taifedir.
Birincisi: Ehl-i hak ve ehl-i tetkiktir. Derler ki: “Kur’ân bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asır, nusus ve muhkemâtını teslim ve kabul ile beraber, tetimmat kabilinden, hakaik-i hafiyesinden dahi hissesini alır, başkasının gizli kalmış hissesine ilişmez.”
Evet, zaman geçtikçe Kur’ân-ı Hakîmin daha ziyade hakaiki inkişaf eder demektir. Yoksa-hâşâ ve kellâ-Selef-i Sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zâhiriye-i Kur’âniyeye şüphe getirmek değil. Çünkü onlara iman lâzımdır. Onlar nasstır, kat’îdir, esastırlar, temeldirler. “Bu (Kur’ân) açık Arapça bir dil (ile indirilmiştir.)” (Nahl, 103) âyetiyle, mânâsı vâzıh olduğunu bildirir. Baştan başa hitab-ı İlâhî o mânâlar üzerine döner, takviye eder, bedâhet derecesine getirir. O mensus mânâları kabul etmemekten -hâşâ sümme hâşâ- Cenâb-ı Hakkı tekzip ve Hazret-i Risaletin fehmini tezyif etmek çıkar.
Demek, maânî-i mensûsa, müteselsilen menba-ı Risaletten alınmıştır. Hattâ İbni Cerîr-i Taberî, bütün maânî-i Kur’ân’ı, muan’an senetle müteselsilen menba-ı Risalete îsal etmiş ve o tarzda, mühim ve büyük tefsirini yazmış.
İkinci taife: Ya akılsız bir dosttur, kaş yapayım derken göz çıkarıyor; veya şeytan akıllı bir düşmandır ki, ahkâm-ı İslâmiye ve hakaik-i imaniyeye karşı gelmek istiyor. Kur’ân-ı Hakîmin-senin tabirinle-birer polat kalesi hükmünde olan surlu sûreleri içinde yol bulmak istiyor. Böyleler-hâşâ-hakaik-i imaniye ve Kur’âniyeye şüphe îras etmek için bu nevi sözleri işâa ediyorlar. (29. Mektup. Birinci Nükte)
Allah hepimizin Kur andan nasibimizi arttırsın. Kalplerimizi onun nuru ile nurlandırsın. Yanlış yorumlayarak milleti doğru yoldan saptırmaya çalışanların şerlerinden bizi korusun. Efendimiz sav in sünnetinden ayırmasın. Amin