Dünyaya olması gerekenden fazla bir önem arz ettiğimizde bunalım kaçınılmaz oluyor. Zemin yüzünü acısıyla, tatlısıyla kabul etmek, beklenti kat sayımızı yükseltmemek bizlere mutluluğun kapısını açabilir. Bana öyle geliyor ki düşünce yapımızı nasıl yapılandırırsak hayata bakışımızda o nispette değişecektir. Mutluluğun düşmanı bizatihi mutluluğun peşinde ısrarla koşmaktır. Hırsla dünyadan keyif ve lezzet almak için çalışanların aksiyle tokat yedikleri, ne zaman ki hadiselere tevekkülle yaklaşıp, hayatı olduğu gibi kabullenenlerin de mutlu oldukları tarihi bir vakıa olarak çıkar karşımıza. Hayat zorluklarla nasıl tasaffi ediyorsa sanırım mutlulukta birtakım badireleri atlatmaktan geçiyor. “İnsan tefekkürünü saadetler uyutur, felaketler yaşatır.” der. Profesör Ali Nihat Tarlan. Yeknesak bir hayat bir süre sonra bazı ruhsal problemlere kapı aralayabilir.
Mutluluğun önündeki en büyük engellerden biri de bizatihi kişinin kendisidir. İncir çekirdeği kadar küçük bir meselenin bile köpürtülerek gündem yapılması birey için rahatsızlık verici bir durum. Tuttuğu takımın yenilmesi, daha üst model bir arabaya binememesi, tatile çıkamaması ya da pansuman nev’inden sayabileceğimiz bazı ufak tefek problemlerden dolayı hayatı kendine zindan eden nice insanlar tanıyorum. Belli ki dertleri olmadığından kendilerine sorun bulmak için bin türlü bahane aramaktalar. Karamsar sohbetler, boynu bükük şarkılar, felaket pompalayan sosyal medya paylaşımları mutsuzluğumuzun birkaç ayak seslerinden bazıları. Araba sürerken denk geldiği bir çukurdan dolayı bağırıp, çağıran, küfür eden bir insanın davranışı laboratuvarda incelenmeye değer bir olay olarak görülebilir. Elbette insani reflekslerle tepki vermekten daha doğal bir şey olamaz. Ancak bu gibi durumlarda sorunun abartılması, tepki dozunun iyi ayarlanamaması yola açılan bir çukurun benzerini de kalbimize açabilir. Belki de durumu yetkililere bildirmek yapılması gereken en doğru iştir. Zira böyle davranarak hem sorunu çözmeye katkıda bulunmuş oluruz hem de bir vatandaş olarak görevimizi yerine getirmenin iç huzurunu yaşarız. İç huzurun ya da huzursuzluğun nedeni kendi yaptıklarımızdan başka bir şey değildir. “Cenâb-ı Hak kemâl-i kereminden ve merhametinden ve adâletinden, iyilik içinde muaccel bir mükâfat ve fenalıklar içinde muaccel bir mücâzat derc etmiştir. Hasenâtın içinde, âhiretin sevâbını andıracak mânevî lezzetler, seyyiâtın içinde, âhiretin azâbını ihsâs edecek mânevî cezâlar derc etmiştir.”[3]
İnsanlığımızı hatırlatan iyilikler yapışımız ruhumuza manevi bir huzur verirken, insanlığımızdan utandıracak kötü faaliyetlerimiz ise bizlere cehennemvari bir vicdan azabı tattırabilmektedir. Esasen böyle farklı bir ruh halinin oluşu ise mayamızda iyiliği barındırmış olmamızdandır. İnsan, fabrika ayarlarına döndüğü vakit huzur-u kalbi yakalar aksi takdirde bir tavuk gibi çırpına çırpına dünyadan göçüp gider. İnsanın tabi ve gayri tabi halini anlatan bir anekdotu sizlerle paylaşarak yazımıza devam edelim. Afyonda benimde panelist olarak katıldığım arkadaşlarımızdan biri özetle şunu söylemişti:
“İkinci Dünya Savaşında bir Nazi subayı, küçük bir çocuğu yanına çağırır ve ona:
“Hangi gözümün takma olduğunu bilirsen seni ve aileni savaşın olmadığı güvenli bir yere göndereceğim.” der.
Çocuk kısa bir zaman dilimi geçmesine rağmen muhatabına cevabını hemen bildirir:
“Sağ gözünüz” der.
Çocuk yanılmamıştır. Nazi subayı şaşkın bir şekilde:
“Nasıl oldu da doğru bir tahmin de bulundun?” diye sorar.
Çocuğun verdiği cevap müthiştir:
“O gözünüz, diğerine göre çok daha insani bakıyor.”
Evet, bir şarkıda dendiği gibi “Gözler kalbin aynasıdır/Yalan nedir bilmez onlar” Kuşkusuz insani bir gözle olaylara yaklaşabilenler bağırlarından çıktıkları topluma çok daha fazla değer katacaklardır. Karamsar bir tablo çizmek istemem ama dünya her geçen gün insani vasıflarını daha da çok kaybediyor. Teknoloji ile gelen medeniyet “Tek dişi kalmış bir canavar!”a dönüşmekte. Medeniyeti asıl besleyen irfan ve kültürdür. En son versiyonuyla çıkan bir telefonu cebine indiren ve komedide de “Sana telefon alacam!” repliğine dönüşen teknoloji çılgını zengin bir budalayı ne derece medeni sayabiliriz? Yaşam biçimimizi esir alan teknoloji duygularımızı zincire vurmuş gözüküyor. “Hırdavat medeniyetine” dönen Batı toplumlarında bu hâl daha bariz bir şekilde hissedilebiliyor. Ancak onlar genelde çalışmayı ve disiplinli olmayı ilke edindiklerinden hayatları bir şekilde formel düzeyde ilerlemeye devam ediyor. Misal, ailesinden şiddet gören bir çocuğun bakımını devletin üstlenmesi, trafik kurullarına uymayan birinin cezalandırılması gibi bazı müeyyidelerin/normların tavizsiz uygulanması toplumdaki kargaşanın galebe çalmasını önleyebilmektedir. Doğu toplumları ise normların tam olarak sistematikleştirilmemesindeki hasarı değerlerin içselleştirilmesiyle bir nebze çözebiliyordu. Ancak bu da artık çok zor gözüküyor zira slogana evirilmiş veyahut ötekileştirilmek için bir aparata dönüşen değerlerimizden bir hayır bekleyemeyiz.
Varlığında yokluğunu çektiğimiz değerlerimizin, dile gelmeyişi ıstırap verici. Hislerimizi hissettirecek birkaç sıcak sözden neden kaçınırız? Niçin sevgimizi haykıramıyoruz? Okur, bu konuda ne düşünür bilemem ama küçük düşeceğimiz yanılgısı, örfler ve adetler ve daha da kötüsü İslam’a mal edilen bir takım hezeyanların etkisidir bana göre hislerin dile gelmeyişindeki sebep. Genetik kodlarımızdaki hammadde(değerler) fazlasıyla olmasına rağmen bunların nasıl işleneceği noktasında yeterli bir bilgiye sahip olamayışımızı da konuşabiliriz aslında. Batı bizdeki kıymeti, süsleyip püsledikten sonra yeni bir ürünmüş gibi tekrar bizlere pazarlamayı nedense çok iyi becerebiliyor. Mesela en basitinden bizdeki “imece” veya “iştirak-i amâl” gibi kavramlar hemencecik toplam kaliteye dönüşebiliyor.
“Eğitici bir matematik dersi öğrenciyi sıraların üzerinde oturtarak dinleten bir ders değildir. Öğrencinin eline şerit metreyi verip sınıfta, okulun bahçesinde uzaklıkları ölçtüren; gözlemler, mukayeseler yaptıran bir derstir. Coğrafya dersi yeri ve göğü ait incelemeler yaptıran ayaklı ve canlı bir derstir. Kısacası tüm dersler sınıfın dışına taşan gezici, dolaşıcı, arayıcı, inceleyici, gözleyici olmak zorundadır.”[4] Daha, dünyada yapılandırmacı (Constructivist) eğitimin esamisi bile yokken bizim içimizden çıkan İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun 106 yıl önce söylediği bu söz çok önemlidir. Her şeyi dışarıda arayan, kendi insanın neler yapabileceğinin farkına varamayan ve hayata sadece Batı gözlüğü takarak bakanların kulakları çınlasın!
Netice-i kelam acıyı da, tatlıyı da avuç avuç paylaşarak mutluluklarımızı biriktirebiliriz. Yaşanmışlıkları tatmak farkındalığımızı üst düzeye çıkarabilir. Üzüntü de, sevinç de abartılmadığı zaman huzuru yakalama ihtimali hep vardır. Mülk edinimi ne kadar fazlaysa dünyaya memluk olma hali de o derece yüksek olacaktır. Köle özgür olmadığı müddetçe efendisine hep gebe kalmaya devam edecektir.
Sokrat’a:
“Neden üzülmüyorsun?” dediklerinde,
“Çünkü ben kaybedince üzüleceğim şeyleri edinmiyorum.” demiştir.[5] Ve yine “Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı.” diyen Yunus Emre de felsefi derinliği olan bu cümleyi boşuna sarf etmiş değildir. Asıl mutluluğun ne olduğunu, nerede olduğunu ve nereden kaynaklandığını bilenler için maddi refah pek bir şey ifade etmez. Hatta onlar için “Konfor ruhun bataklığıdır.” diyebiliriz. Her şey elimizdeymiş gibi hayatı abartmamak, ümidimizi yitirmemek, ölümden korkarak yaşamak yerine ölüm için hazırlık yapmak, beklenti içerisine girmemek, obur bir beyin olmamak, iyiliklerini unutmak, yapılanları affetmek, bir meşguliyet bulmak, spor ve sanatla uğraşmak, ağlamak, yerine göre gülmek, rahatsız edici ortamlardan, felaket tellallığı yapanlardan uzak durmak en önemlisi de iman nimetine sahip olmak mutluluğun en birinci şartıdır bence. Değerli okurlar, genelde katıldığım toplantılarda okuduğum mutluluğun sırrı olabilecek aşağıdaki şiiri sizlerle paylaşmak isterim. Dostça kalın.
DESİDERATA (İstenen Şeyler)
Gürültü ve patırtının ortasında sükûnetle dolaş.
Huzur bul.
Herkesle dost olmaya çalış ama kimseye teslim olma.
Telaşsız, açık seçik konuş.
Başkalarına da kulak ver.
Aptal ve cahil oldukları zaman bile dinle onları.
Çünkü dünyada herkesin bir hikâyesi vardır.
Yalnız planlarını değil,
Başarılarının da tadını çıkarmaya çalış.
İşinle ne kadar küçük olursa olsun ilgilen.
Olduğun gibi görün,
Sevmediğin zaman sever gibi görünme.
Aşka burun kıvırma sakın.
O çöl ortasında gizemli bir yerdir.
Yılların geçmesine öfkelenme
Gençliğine yakışan şeyleri
Gülümseyerek geçmişe teslim et.
Ara sıra isyan edecek olursan
Ki, kâinatı yargılamak imkânsızdır.
Kavgalarını sürdürürken dahi
Kendinle barış içinde ol.
Unutma!
Bütün pisliğine ve çirkinliğine rağmen
Dünya yine de güzeldir.
Ve sen kâinatın bir parçasısın.
Mutlu olmaya çalış.
Dostları sevgiyle kucaklamayı unutma.
Çocuk sevmeyi, çiçek koklamayı unutma.
En zor anında dahi gökyüzüne bakmayı unutma.
Max Ehrmann
Dipnot
[3] Said Nursi, 28. Lema, 22. Nükte
[4]Hakkı Baltacıoğlu İsmail, Talim Terbiye, “İnkılâp” Yıl, 1915
[5] Mahmut Kaya, Felsefe Metinleri s. 59
Bunu Paylaş: