Kıymetli kardeşim! Kur’ân’da şöyle buyrulur: “İnsan Rabbine karşı çok nankördür. (Üstelik) buna kendisi de şâhittir. Ve onda aşırı derecede mal sevgisi vardır”.
Hasan Basrî bu âyeti “Nankör, Allah’ın kendisine olan nimetlerini unutan (görmezlikten gelen), fakat ha bire musibetleri sayan kimsedir” demiştir.
Farsça da “Nan” ekmek demektir. “Nankör” ise yediği ekmeği, yani kendisine yapılan iyiliği görmezden gelen, iyilik yapana kötülük yapan kimse demektir.
Dünyada iyiliklerle kötülükler kıyaslandığında iyiliklerin daha fazla olduğu görülür. Fakat nankör insan –Allah’a düşman olan ateistler- hiç bu iyilikleri görmezler. Hiç kimsenin aklına dünyada Allah’ın nimetlerinden istifade ederken kötülük problemi gelmiyor. Köfteleri ikişer, ikişer götürürken “Allahım! Beni niye yarattın, yaratırken bana niye sormadın?” demiyor. Fakat bir musibet olduğunda bas bas bağırıyor. Allah’ı itham ediyor.
Adeta nankör insanlar “Ben bütün nimetlere layığım, fakat bela ve musibetlere layık değilim” diyorlar. Fakat “Bu nimetlere nasıl layık oluyorsun? Ne yaptın da buna hak kazandın?” sorusuna da cevap vermiyorlar.
Mevlana’nın şu kıssasına bakalım:
Zengin bir adamın Lokman adında bir hizmetçisi vardı. Lokman gece gündüz işlerini en güzel ve en çabuk bir şekilde gören gayretli birisiydi. Bu sebeple efendisi onu oğullarından bile üstün tutardı. Lokman çok akıllı olduğundan efendisi bazen ona akıl danışır, onun gösterdiği yoldan giderdi. Her defasında da Lokman’ın söylediğinin isabetli olduğunu görürdü. Aslında Lokman’ı hürriyetine kavuşturabilirdi, fakat Lokman bu durumdan rahatsız olmadığından böylece yaşayıp gidiyorlardı.
Efendi, kendisine bir yemek getirildiğinde Lokman’ı çağırtır önce o yemeği Lokman’a sunarlar, efendisi de ondan sonra yerdi. Bu sürede onun artığını afiyetle yer, bundan zevk alırdı. Lokman şayet işlerinden dolayı yemeğe gelmeye fırsat bulamazsa efendide yemek yiyemezdi.
Bir gün Lokman’ın efendisine hediye olarak bir karpuz getirdiler. Hizmetçiye:
“Git, Lokman’ı çağır.” dedi.
Lokman gelince efendisi, karpuzu kesip ona bir dilim verdi. Lokman, bu dilimi bal gibi, şeker gibi yedi. Hem de öyle lezzetle yedi ki Lokman’ın efendisi ikinci dilimi de kesip sundu. Öyle böyle karpuzu tamamen yedi. Yalnız bir dilim kaldı. Efendisi:
“Bunu da ben yiyeyim; bir göreyim, bakayım, nasıl şey, herhalde tatlı bir karpuz” dedi.
Çünkü Lokman öyle lezzetle, öyle zevkle, öyle iştahlı iştahlı yiyordu ki görenlerin de iştahı kabarıyordu. Efendisi o dilimi yer yemez karpuzun acılığından ağzını bir ateştir sardı, dili uçukladı, boğazı yandı. Karpuzun acılığından adeta kendini kaybetti. Sonra:
“A benim canım! Böyle bir zehri nasıl oldu da tatlı, tatlı yedin? Böyle bir kahrı nasıl oldu da lütuf saydın? Bu ne sabır? Canına kastın mı var? Niye bir şey söylemedin?” dedi.
Lokman şöyle dedi:
“Kıymetli efendim! Ben şimdiye kadar senin elinden o kadar çok güzel yiyecekler aldım, yedim ki, elinle sunduğun bir nimete; bu acıdır demeye utandım. Çünkü vücudumun bütün zerreleri senin verdiğin nimetlerinden meydana geldi. Bu kadarcık bir acıya dayanamazsam yazıklar olsun bana.”
Lokman dosttan gelen her türlü nimete ve belaya nasıl davranılması gerektiğini bu şekilde anlatınca efendisinin ona olan sevgisi bir kat daha arttı.
Kıssadan hisse Allah’dan bize sayılamayacak kadar çok nimet geliyor. Bu nimetlerin hatırına bela ve musibetlere maruz kaldığımız zaman da sabretmeli, itiraz etmemeliyiz.