NECİP FAZIL’I AN(LA)MAK-1
(D:26 Mayıs 1904- Ö:25 Mayıs 1983)
Gençliğimin en güzel yıllarında tanımıştım onu. Uzun sürede de bırakamadım eserlerini elimden. Herkes başka hülyalar peşindeyken ben ranzamın üzerinde “Çileyi” içmekle meşguldüm. Birçok şiirini ezberlemiştim. Bazıları hâlâ zihnimin bir köşesinde sessiz sedasız durmakta. Beni ona yaklaştıran hangi meziyetiydi diye sorarsanız doğrusu tam olarak bir cevap verebilmem oldukça zor gözüküyor. Aksiyoner yapısı, hazır cevap oluşu, hatipliği, gözü karalığı ya da sahip olduğu davanın en önemli mümessillerinden birisi oluşuydu belki de bir kara delik gibi beni kendisine doğru çeken. Zamanında Necip Fazıl’ın kitaplarını bu kadar çok okumuşken onu anmamayı, fikirleri üzerinde konuşmamayı kendi açımdan bir vefasızlık örneği olarak görüyorum. Bu nedenle üstadın hayatına kuşbakışı da olsa birlikte baktıktan sonra projeksiyonumuzu daha çok fikir ve sanat kumaşı üzerine çevirmeye çalışacağız. Ama önce hayatı…
1982’de yazdığı ve ölümünden bir ay öncesinde ancak tamamlayabildiği “Kafa kâğıdı” eserinde aslında anlatır hayatını uzun uzun. “Ne zaman, nerede ve nasıl dünyaya gelmişim. Soyum, sopum, büyüme, gelişme, yetişme şekillerim, dış görünüşüyle tuttuğum yollar ve büründüğüm oluşlar, hatta bir gün nerede, ne zaman ve nasıl öleceğim… Bütün bunlar madde, kemiyet, kabuk ve zarf misali şeyler… Ve gözümde fazla değer sahibi değil. Asıl ruh hayatımı, ruhumun kafa kâğıdını resimlendirmek isterdim.” [1]
Necip Fazıl, 1904’te İstanbul’da bir konakta dünyaya gelir. Dedesi Mehmet Hilmi Efendi İstinaf Mahkemesi reisi. Ciddi ve vakar sahibi bir adam. O zamanın sosyetelerinden olan Babaannesi Zafer Hanım zengin bir aileden gelme. Piyano çalan, alafranga olan her şeye hayran bir babaanne… Dedesi ise alaturka sevdalısı. Necip Fazıl’ın eğitiminde en önemli kişi dedesi Mehmet Hilmi Bey… Hukukçu olan babası Abdulbaki Fazıl Bey, başına buyruk, kendi havasında, ortalıkta dolaşan bir adam görünümünde. Annesi Mediha Hanım, Girit muhacirlerinden son derece temiz ve Müslüman bir ailenin kızı. Anneannesi “Ayak parmağından saçına dek kar gibi beyaz tülbent kokan bu mübarek kadın”[2] Baba tarafı zengin ve aristokrat diyebileceğimiz bir yapıya sahip olmasına mukabil anne tarafı dünyalık hiçbir vasıfla belirtemeyeceğimiz kadar sıradan bir aile. Ancak üstad için ibrenin yönü her daim anne tarafında. “Ne aldımsa annemden, daha düne kadar yaşayan ve seksenini hayli aşkın olarak ölen hayatı boyunca masum ve mazlum bu kadından aldığıma inanıyorum.”[3] Okuryazarlığı dahi olmayan annesinin, babaannesinin ve babasının gözünde evde bir hizmetçiden ya da bir ırgattan hiçbir farkı yok. Fazıl ailesinin, üstadın annesi Mediha Hanıma tepeden bir bakışı ve küçümseyişi var. Sebebi birazda başlarını döndürecek kadar hatırı sayılır bir mâl ü menale sahip oluşları. Neleri mi var? Beykoz’la Şile arası çiftlikleri, Sarıyer’de köşkleri, Büyükdere’de yalıları, Koca Mustafa Paşa taraflarında han ve evleri, Kapalıçarşı’da dükkânları, aşçıları, hizmetçileri, uşakları, şoförleri ve büyükbabasının ayda 100 altın emekli maaşı… Necip Fazıl’ın büyükbabası tarafından Fransız Kolejine kaydedilmesini ilk aldığı eğitim olarak sayabiliriz. Ancak orada kalması uzun sürmez. Amerikan Kolejinde eğitimine devam eder. Hareketli yapısından dolayı buradan da sıkılınca kendisine göre bir kurtuluş çaresine başvurur. Evine geldiğinde ailesine, “Okul tatil” diyerek okula gitmez. Fakat yalancının mumu yatsıya kadar yanar misali okulun müdiresi bir gün konağa gelerek sorar:
“Çocuk hasta mı?”
“Hayır”
“Niçin mektebe gelmiyor?”
“Mektep tatil değil mi?”
“ Ne münasebet! Bunu kim söyledi?”
“O!”
Müdire Hanım sert bir şekilde Büyükbabasına bakarak:
“Bu yaşta yalan söyleyen ve mektepten kaçan bir talebeyi artık kabul edemeyiz.” [4]
Böylece Necip Fazıl bu okuldan da kovulur. Artık evdedir. Babaannesi yaramazlığını önlemek için hiçbir süzgece tabi tutmadan her türden kitapları özellikle de batı klasiklerini yığar daha 8-9 dokuz yaşlarındaki bir çocuğun önüne. Bu eserlerin içinde faydalı olanların yanında içten içe onun taze dimağını zehirleyenlerde yok değildir. Necip Fazıl, Amerikan mektebinden sonra “Rehber-i İttihat” isimli bir okula verilir. Üstadın kâbusu olan bu okulun en önemli özelliği yatılı oluşudur. Konak ve yalı gözünde tüter, hele annesini bir türlü unutamaz. Geceleri “anne” diye yorganına sarılıp ağlar. Bu mektepte de yapamayacağını anlayınca yeni bir hileye daha başvurmaktan geri durmaz.
“Sabahları bize yedirilen kaşar peynirini toz ve pasla kirlettim. İçine böcek ölüleri ve kurtlar yerleştirdim ve tatil çıkışında anneme göstererek:
“Bak, bize ne yediriyorlar, ben bu mektepte kalamam!” diye direttim.
Annem gayet soğukkanlı peyniri elimden aldı ve bıçakla ortasından yararak tertemiz meydana çıkardı:
“Misk gibi peynir… Sen kirletmişsin!” dedi ve beni bir temiz dövdü.
Büyükbabam işe karıştı:
“Çocuğu dövme! Madem istemiyor mektepten çıksın.”[5]
Necip Fazıl büyükbabasının da onayı ile bu okuldan da ayrılır ve kendisine hiçbir şey katmadığını söylediği “Büyük Reşit Paşa” mektebine devam eder. Ardından ilk aşkının filizlendiği, ilk metafizik arayışlarının, çırpınışlarının olduğu Mektebi-i Fünun-u Bahriye-i Şâhaneye (Deniz Harp Okulu) imtihanını geçerek kayıt olur. Cicili bicili bahriyeli elbiseleri içerisinde okula başlayacağı ilk gününde endam aynasının karşısına geçtiğinde ayna dile gelir:
“Kıvrık uçları yuvarlak kolalı yaka, altında siyah kravat ve çıpalı parlak düğmeler ne de yakışıyor sana! Hele sokağa çık da gör; bütün genç kızların gözü sende kalacak!”[6]
Fakat beklediği gibi olmaz. Ne o havalı elbiseleriyle caka satabilmiş ne de genç kızlar etrafında pervane olmuştur. Askeri kuralları iliklerine kadar hisseder. Daha bahriyedeki ilk günün de bile bir sürü nutuk işitir.
“Bugünden başlayarak askersiniz! Çocukluğa ve başıboşluğa paydos! Ben sınıf zabitiniz olarak size bir haftalık mühlet veriyorum. Bu bir hafta içinde askerlik disiplinine uyacak ve ondan sonra yanlış göz kırpmamacasına emirlere bağlanacaksınız. Bu bir haftada kabahatleriniz affedilebilir; fakat sonrakiler cezasını görür… Başka sınıflarla temas yok. Her yemekten sonra diş fırçalamak mecburi.”[7]
Talimin birinde gülmeye başlayınca hayatında ilk tokatı da suratına yemiş olur. Haşarılığından dolayı başka bir günde kulağı çekilir ve tek ayaküstünde sınıfın bir köşesinde bekletilir. Mektebe devam ettiği bir sırada önemli bir gelişme olur. Otuzlu yaşlardaki babası, annesini boşamıştır. Bu boşanma annesinin ve babasının farklı mizaçlara sahip oluşlarının yanında maddiyatça da birbirlerine küfüv olmamalarından kaynaklanan bir durumdur aslında. Konak devri biten Necip Fazıl, artık mektepten her çıkışta dayısının yanına sığınır. Dört yıl sonra dayısının yanındayken bir ölüm haberi alır. Bu hayatında belki de doğru düzgün oturup bir saat bile konuşamadığı babasının ölüm haberi olacaktır.
Bahriye mektebinde haşarılığının yanında şairliği ile de ön plana çıkmaya başlamıştır. “Nihal” adında haftalık tek nüshalık bir dergi çıkarır. Şairliğinin nüvesi belki de ilk defa bu mektepte toprağa atılacaktır. Kendisinden iki sınıf yukarıda olan Nazım Hikmet’te aynı şekilde tek nüshalık bir dergi çıkarmaktadır. İkisi arasındaki rekabetin ta o zamanlardan geldiğini söylemek mümkün. Her iki şairin fikir değiştireceği zamanlara ise henüz vakit var. Birisi sağdan sola; diğer soldan sağa doğru ani bir manevra yapar.
İlk şiirlerini aruz ölçüsüyle yazar. “Bir refrefe-i bâl-i hubut gibi perran/Bir güvercin kanadının çırpınışı gibi uçan” Lakin aruz ölçüsüne sevdalanışı çok uzun sürmez. Türkçeye dönerek hece vezniyle şiirler yazmaya başlar. Bahriye Mektebi artık bitmek üzeredir. Daha doğrusu bitmemek üzeredir. Son sınıfında imtihanları kazanıp tam mektebi bitirecekken okulu 1 sene daha uzatılır. Necip Fazıl çıldırır ve bu duruma isyan eder. İlave sınıf imtihanlarında üzerine “Bilmiyorum!” diye yazarak kâğıdı teslim edince kaydı silinir. Yalnız daha sonra dört yıl okuduğu düşünülerek okuldan mezun olması sağlanır. Mezuniyet dönüşü genç bahriyelinin gideceği yer dayısının yanı olacaktır.
Bir aybaşında maaşını sofraya dökerken(küçük dayısı):
“Necip” dedi. “Şu 40 lirayı al da benim terzime götür. Sana İngiliz kumaşından bir elbise diksin. Şu 3 lirayı da cebine at, bir çift iskarpin satın al.”
Gözyaşlarımı tutamadım. Bahriyeden çıktım çıkalı annemin daralttığı veya genişlettiği eski püsküler içindeydim. Annem de benimle beraber ağladı.” [8]
Orta halli bir varlığa sahip bir başka dayısının Necip Fazıl’a sözü:
“Para kazanmaya bak! Şairlikte, mairlikte iş yoktur. Üflediğin zaman mangalda kül bırakmıyorsun. Ama hangi işten ne para çıkar diye hiçbir tasan yok! Var mı ukalalık, var mı kurusıkı laf, hep sende…”
Annem, dayılarımın yanında sığıntılığımın ihtarı manasına yorduğu bu sözlerden fena halde incinir, ama belli etmemeye çalışırdı:
“Necip, şu Darülfünun mudur, nedir oraya bir an evvel gir de bir iş sahibi ol. Beni de yanına al.” [9]
Annesinin dediği gibi olur. Necip Fazıl İstanbul Darülfünunun(Üniversite)Felsefe bölümüne kaydını yaptırır. Bu üniversitede kimler yok ki… İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Hasan Ali Yücel, Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet Hamdi Tanpınar ve daha başkaları… Necip Fazıl burada “Anadolu Mecmuası” adında bir şiir dergisi çıkarır. Fakat çayın demlenecek zamanı henüz gelmiş değildir. Sonrasında önemli bir gelişme olur. 17 yaşındaki Necip Fazıl’ın ilk defa şiirleriyle boy gösterebileceği bir alan açılır:
“Yeni Mecmua” dergisi…
Bu dergide şiirinin yazılmasına vesile olan “Yaban” romanının sahibi Yakup Kadir Karaosmanoğlu olacaktır.
“Elimdeki şiir defterimi masasına bıraktım ve dedim[10]:
“Bu defterde benim şiirlerim var. Lütfen göz atar ve beğenirseniz “Yeni Mecmua” da neşrine delâlet edersiniz.
Yakup Kadri, bu küstah tavırlı gence hummalı gözleriyle dik dik bakıyor, defteri bırakmamı söylüyor ve pek ümit verici olmayan bir hareketle masasındaki kâğıtlara eğiliyor. Hepsi üç dakikalık karşılaşma… Yeni Mecmua’yı elime alınca ne göreyim? Ağırbaşlı bir yazının orta yerinde ve sahifenin göbeğinde bir şiir:
Sevgilim
Sevgilime kul oldum
Güzelliği seçeli
Varlıkta yoksul oldum
Benliğimden geçeli
Vücut ruha ağ gibi
Bir düğümlü bağ gibi
Muhabbet Memba gibi
Kevserinden içeli
Necip Fazıl
Bu şiiri ve daha sonra yayımlanan şiirleri sayesinde Necip Fazıl’a Bâbıâli’nin sanat ve edebiyat kapıları ardına kadar açılır.
[1] Necip Fazıl Kısakürek, Kafa Kâğıdı, s. 19,20
[2] Necip Fazıl Kısakürek, O ve Ben, s. 75
[3] age, s.46
[4] Necip Fazıl Kısakürek, Kafa Kâğıdı, s.92
[5]age, s 96
[6] age, s. 136
[7] age, s 137
[8] Necip Fazıl Kısakürek, Kafa Kâğıdı, s. 171
[9] age, s. 170
[10] Necip Fazıl Kısakürek, Kafa Kâğıdı, s. 187,188