Güncel siyasi olayları konuşurken, tartışırken çoğunlukla kişilerin kendilerini boşuna yorduklarını düşünürüm, her ne kadar bazen kendimizi alevli tartışmaların içinde buluversek de.
Bu, bazen hükümet meseleleri olduğu gibi bazen de dünya siyasetine dair olabiliyor.
Bir noktada kendimi dışarı çekebilmek için kendi kendime şöyle diyorum “bu konuların tartışılarak karara bağlandığı ortamlarda mıyım?, ya da ifade ettiğimiz görüşler, ortaya koyduğumuz eleştiriler karar alıcılara ulaşıyor mu?
Cevap hayırsa bizim o dairede vazifemiz yok demektir, dolayısıyla o mecrada harcadığımız mesai ayetin tabiriyle “hebaen mensura” gidecektir.
Bu kendi ruh sağlığımız açısından da oldukça gerekli işin esasında. Zira üzerimize vazife olmayan konularda, sonuca tesir etmeyecek mecralarda gösterilen gayret, harcanan emek; zaman ve kaynak israfı olarak karşımıza çıkabilir. Tıpkı kelam-ı kibarda dendiği gibi “yanlış yolda gidiyorsanız koşuyor olmanızın bir faydası yok”, sadece daha hızlı yorulursunuz.
Bu hususta belirleyici ve hayati öneme sahip nokta bence vazifemizin nerede başlayıp nerede son bulduğunu ayırt edebilmekte yatıyor.
Savaş ve şehitliğe varan bir mücadele ve mücahedenin küçük cihat olarak değerlendirilmesi, nefisle cihadın ise cihad-ı ekber/en büyük cenk olarak görülmesi, bizim için bir kıstas olabilir zannımca.
Dünya siyasetine, hükümet işlerine dair vazifelerimiz çoğunlukla oy vermekle sınırlı. Bu sınırlı, geçici vazife bittiğinde kendi küçük dünyamızdaki dar dairemize dönmemiz ve asıl vazifemize odaklanmamız gerekiyor. Bu dar daire; neticesini değiştirebileceğimiz, karara katkı sunabildiğimiz kendimiz, ailemiz, komşularımız ve arkadaşlarımız gibi etki alanımızdan müteşekkil.
Tabiri caizse kimin hayatına dokunabiliyorsak, kimde etki oluşturabiliyorsak orada en büyük vazifemiz var.
Sınırlı kaynaklarla maksimum fayda amaçlayan iktisadi bir bakış, “zaman ve kaynak israfı” meselesini netleştirir kanaatindeyim. Zira bu işin bir fırsat maliyeti var. Geniş dairelerdeki cüzi vazifelere ayırdığımız zaman, dar dairedeki külli vazifeden çalınmış demektir.
Ayrıca bu durum, kişinin haddini aşması, kendini olduğundan büyük görmesi ve kaotik bir ortamda aciz ve biçare ortada kalakalması anlamına gelebilir ki neticesi mutsuzluk olarak karşımıza çıkacaktır.
Bakınız kaos teorisi.
Hani şu kelebek etkisi benzetmesiyle meşhur olan ve her şeyin her şeye bağlantılı olduğundan hareketle ya her şeye hakim olursun, ya her şeyin mahkumu tarzı bir yaklaşımla bizi her şeyin içine çekmeye çalışan teori.
Halbuki şehri temiz tutmak için herkesin belediye başkanı olmasına gerek yok, kendi evini temiz tutması yeterli olabilir; karanlıktan kurtulmak için sövmek yerine kalkıp bir mum yakmak çözüm olabilir mesela.
Büyük işler, küçük küçük işlerin birikiminden oluşuyor bir cihette. Dünyayı değiştirmek kendimizi değiştirmekten geçiyor. Dolayısıyla küçük işler yapılmadan, büyük neticelere erişilemiyor maalesef.
Belki de sorunun kaynağı burada.
Hiç kimse kendisine basit, küçük, sıradan işleri yakıştıramıyor sanki.
Günümüzde var olan işsizliğin bir kısmı da aslında kişilerin iş bulamamasından değil, bulduğu işi kendisine yakıştıramamasından kaynaklanıyor. Herkes elinde tokmakla gezmek istiyor, ama birilerinin de davulu taşıması gerekiyor.
Herkes bir çeşit kahramanlık peşinde.
Süpermen gerçek değil, ama çocuğunun mutluluğu için sabahlara kadar hazırlık yapan anne gerçektir. Herkül gerçek değil, ama evladını mahrum etmemek için dünyaları kaldıran baba gerçektir. Alaattin’in sihirli lambası gerçek değil, ama kendisiyle dertleşilebilen, dara düştüğümüzde çağırmadan imdata koşabilen, sihirli dokunuşlarla ruhumuza nefes aldıran arkadaş gerçek.
Süper kahraman olamayabiliriz ama hayatına temas edebildiğimiz, ruhuna dokunabildiğimiz ailemizin, arkadaşımızın, komşumuzun kahramanı olabiliriz.
Eğer bir kahraman arıyorsak başkasının işine karışmadan kendi işini yapabilen kişi, kahramandır, çünkü dünyayı kurtarmak için yapamayacağı işleri tartışmak yerine, yapabileceklerini zaten yapmıştır. Belki de son kahraman.