İnsan ve toplum birbiriyle etkileşim halinde olan iki olgudur. İnsan, toplumu oluşturur, toplum insanı dönüştürür. Bu ilişki bir yana, toplumlar da insanlar gibi yaşayan varlıklardır; hayatını devam ettirmek için ihtiyaçları vardır, belirli bir yaşam tarzı ve karakterleri vardır. Bunun içindir ki felsefenin türevleri olarak tanımlayabileceğimiz psikoloji ve sosyoloji gibi sosyal bilimlerden biri insanı çalışmasına konu ederken, diğeri toplumu merkeze alır.
İşin esasında bugün güncel siyasetin en önemli tartışma konularının başında uluslararası ilişkiler gelir ki toplumların, devletlerin bir biriyle olan münasebetlerine dayanır. İnsan ilişkilerinde psikoloji bilmek ne kadar önemliyse, toplumsal ilişkilerde de sosyoloji bilmek o denli önemlidir.
Nasıl ki insan ilişkilerinde, ilişkilerin yürütülmesinde huy, karakter, yaşam tarzı, kültür gibi unsurlar önemliyse, toplumların ilişkisinde de benzer bir durum söz konusudur. Söz gelimi mikro düzeyde bireylerin ve makro düzeyde toplumların “çıkarcılığı” üzerine bir ekonomik model geliştiren ve bunu dünyaya yaygınlaştıran İngiltere’yi düşünürken Lord Palmerston’un Avam Kamarasında söylediği “İngiltere’nin daimi dostu yoktur, İngiltere’nin daimi düşmanı da yoktur. İngiltere’nin daima çıkarları vardır” düsturunu göz ardı edemezsiniz. İngilizlerde çoklukla bireycilik ön plana çıktığı gibi İngiliz siyasetinde de bu bireyciliğin varlığı çok net bir şekilde hissedilir. Mesela 2009 finansal krizinin Euro bölgesini en çok sarstığı dönemde AB zirvesi düzenlenmişti. Bu zirvede dönemin Fransız Devlet Başkanı Sarkozy’nin, “İngiltere’yi birliğin sorunlarıyla daha ilgili görmek istiyoruz” çağrısına, dönemin İngiliz Başbakanı David Cameron, İngiltere’nin Euro bölgesinde olmaması nedeniyle çok rahat bir şekilde “size başarılar dilerim” diyebilmiştir. Bu yaklaşım İngiliz çıkarcılığının en net örneklerinden birisidir.
Benzer şekilde toplumsal kimliklerini de yansıttığı cihetle Almanya ile ilişkilerde gerçekçilik ve akılcılığı, Fransa ile ilişkilerde romantizmi bilmek doğru dış politika yürütmek anlamında isabetli adımlar atılmasını netice verir.
Türkiye ve Türkler gündeme gelince ise dikkate alınması gereken hususlar vardır. Türk tarihinin ilk yazılı vesikaları olan Orhun Anıtları Türk toplumunun sosyolojisine dair önemli ipuçları verir. Bu yazıtlarda her şeyden önce Bilge Kağan ile Kültigin’in savaşları, yaptığı akınlar ve ülkelerini korumak için verdikleri mücadeleler anlatılır. Bundanhareketle rahatlıkla denilebilir ki Türk kimliğini oluşturan ögelerden birisi, bence de birincisi Türklerin savaşçı, mücadeleci yapısıdır.
Tarihin her döneminde bir devlet kurabilmiş olması, tarihinde sömürgeciliğe konu olmaması ve esir edilememesi bu karakterin bazı somut tezahürleridir. Büyük Hun İmparatoru Mete’ye veya Fatih Sultan Mehmet’e atfedilen “Türk olmak zordur, çünkü dünyayla savaşırsınız; Türk olmamak daha zordur, çünkü Türk ile savaşırsın” sözü de yine bu toplumsal özelliğe işaret eder. Yine bir başka özelliğimiz bizim elimizdekini zorla almak çok mümkün değildir. En basitinden bir çocuğun elinden bir oyuncağı onu ikna ederek, tavlayarak, pohpohlayarak kendi rızasıyla vermesini sağlayamazsanız, o oyuncaktan daha büyük bir sorunla yüzleşmek zorunda kalırsınız.
Bu itibarla Türkleri sopa göstererek, tehditkâr bir dil kullanarak, korkutarak sindirmek, bir politikadan vaz geçirmeye çalışmak ancak basiretsizlik ve cahillik olabilir, eğer altında bizim kavgacı yönümüzü kışkırtıp bizi sağduyu ve temkinden uzaklaştırarak yanlışa sürüklemek gibi bir gaye yoksa.
Hele hele devletiyle bütünleşmiş bir millete, “Türklerle değil, Erdoğan’la sorunumuz var” gibi bir söylemle güya sempatik mesajlar vermekte gaye nedir tam olarak bilmiyoruz ama hükümetin dış politikasındaki toplumsal zemini kaydırmayacağı muhakkak.
Bu gerçekliğe uluslararası ilişkilerin bizim dışımızdaki muhatapları da vakıf olsalar fena olmaz hani.