Geçenlerde İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener, Sultan II. Abdülhamid Han ile
Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan arasında bir benzetme yaparak, Sultan II.
Abdülhamid’in müstebid (istibdadçı, baskıcı, diktatör) bir padişah olduğunu söyledi. Akşener,
bu beyanıyla her ikisinin müşterek noktasının “İSTİBDAD/DİKTA” rejimi olduğunu belirtti.
36 Osmanlı Padişahından 35’i hakkında yapılan eleştirilerde, onların her birinin
saltanat dönemlerinin bütününü ihtiva edecek şekilde, hiçbir iyimserliğe yer vermeksizin
“KIZIL SULTAN”, “MUTLAK MÜSTEBİD (İSTİBDADCI) PADİŞAH” nitelemesi
yapılmamıştır.
Osmanlı padişahları içinde tüm saltanat hayatı yoğun tartışma ve eleştirilere konu
olan, hatta kendisine “KIZIL SULTAN”, “MUTLAK MÜSTEBİD” olarak anılan tek
padişah Sultan II. Abdülhamid Han’dır.
II. Abdülhamid ile alakalı değerlendirmelere geçmezden önce, ihzariye manasında
bazı ön değerlendirmeler yapmak istiyorum. Çünkü bazı gerçeklikler bilinmeksizin, sadece II.
Abdülhamid Han dönemi ile alakalı değerlendirmelerin yapılması nakıs kalır.
Genel Manada Osmanlıya İlişkin Nefret
Türkiye’de Osmanlı Devleti ile alakalı değişik değerlendirmeler mevcuttur.
Bazı kesimler, Osmanlı Devletinin tüm tarihinden nefret ederler. Nefretlerini açıkça ve
doğrudan değil, Devletin dini kimliği özelliği sebebiyle dolaylı olarak dillendirirler.
Bir kısmı, bu nefreti nokta bir tarihten başlatarak geniş bir zamana yayarlar. Tıpkı,
Dolmabahçe Sarayı’nın karsındaki duvarlara yazılan “Zulüm 1453’te başladı” sözü gibi.
Aslında burada yapılmak istenen yüzyıllara sârî hesaplaşmayı günümüzde daha ileri
bir noktaya getirmek, içlerindeki yaşadıkları acıları bu şekilde dillendirmektir.
Bu nefretin bir diğer tezahür şekli de, Osmanlı Devletindeki yapılanmanın bir
“MUTLAK MONARŞİ”, dolayısıyla bir “MUTLAK İSTİBDAD” olduğunu söylemektir.
Bunun bir diğer ifade şekli, Batıda engizisyon uygulamaları ile halklarına kan kusturan
mutlak müstebid yönetim ve yöneticilerle Osmanlı Devletindeki yönetim ve yöneticilerin,
hiçbir ayrım yapılmaksızın bir ve eşit tutulmasıdır.
Oysa Osmanlı Devleti, bazı istisnaî aşırılıklar yaşansa da, hiçbir zaman Batıdaki
manada bir mutlak monarşi olmamıştır. Bunun sebebi ayrı bir yazı konusu olduğu için, burada
sadece bu belirleme ile iktifa edeceğim. Ama şunu söylemek isterim ki, bu yöndeki vurgulu
iddialar, Osmanlı devlet ve hukuk sistemi konusundaki Cehaletin en büyüğünü sergilemektir.
Mutlak monarşi söyleminde bulunanların amacı, Batıdaki uygulamalarla kısmi ve şekli
benzerliklerden hareketle Osmanlı Devletindeki olumlu maddi gerçeklikleri örtmektir. Amaç,
iyi niyetli bir tahlil (cehaletle aynı fikri savunanlar en azından niyet noktasından istisna
tutulabilir) değil; Osmanlı Devletine yönelik kinlerini ve nefretlerini ortaya koymaktır.
Bazı kesimler de, Osmanlı Devletinin 600 yıllık döneminin tamamının ya da çok
büyük ekseriyetinin mutlak olarak kusursuz bir şekilde işlediğini söylemektedirler.
İttihad-ı İslâm’a Vesile Olan Hilafet ve Saltanatın Mana ve Ehemmiyeti
Osmanlı Devleti, takriben 600 yıllık uzun ömürlü Cihanşümul bir devlettir.
Bu devlet, Yavuz Sultan Selim’den itibaren saltanat ile birlikte “hilafet”i de deruhte
etmiştir. Yani, sadece belli bir devlete ait coğrafya ile sınırlı bir devlet olmanın çok ötesinde,
bütün Âlem-i İslam için “HAMİ”lik ve ittihad-ı İslâm’ın sağlayıcısı pozisyonunu da
üstlenmiştir.
Peki, saltanat ve hilafetin bir merkezde toplanması ne manaya gelmekte, devletin
kimliğinde, misyonunda, idealinde, motivasyonunda, etkileme alanında neler değişmektedir?
Bu suale cevap kabilinden bir İslâm âlimi özet olarak şu belirlemeleri yapmıştır:
“Saltanat ve hilafet gayr-ı münfekk (birbirinden ayrılması imkânsız), müttehid-i bizzât
(tek vücut)’tır. Bizim padişahımız, sultan ve halife olarak Âlem-i İslâm’ın bayrağıdır. Saltanat
itibariyle otuz milyona nezaret ettiği gibi; hilafet itibariyle üçyüz milyonun mabeynindeki
rabıta-i nuraniyenin (nurani bağlar) ma’kes, istinadgâh ve mededkârıdır. Saltanatı sadaret,
hilafeti meşihat temsil eder. Zaman gösterdi ki, hilafeti temsil eden Meşihat-ı İslâmiye, yalnız
İstanbul ve Osmanlılara mahsus değildir. Umum İslâm’a şamil bir müessese-i celiledir.
Hakiki milliyetimizin esası, ruhu İslâmiyet’tir. ‘Hilafet-i Osmaniye’ ve Türk Ordusunun o
milliyete bayraktarlığı itibarıyla, o İslâmiyet milliyetinin sadefi ve kalesi hükmünde olan
Araplar ve Türkler hakiki iki kardeş, o kale-i kudsiyenin nöbettarlarıdırlar”.
Hilafetle amaçlanan temel hedef ittihad-ı İslâm’dır; Müslümanların birlik ve
bütünlüğünün tesis ve muhafaza edilmesidir.
Harici ve dâhili mihrakların, ittihad ve ittifak içinde Hilafete yönelik saldırılarının
temel amaçları, Âlem-i İslam’ın hamisiz bırakılarak parçalanmasıdır. Dolayısıyla hilafet ile
birlikte, Osmanlı Padişah’ları, tüm Müslümanların kardeşlik ruhu içinde bütünleşmesini
amaçladıkları için, Batılı güçler için en büyük hedef, Osmanlı padişahlarının şahısları değil,
hilafet ile ortaya çıkan İslâmî dayanışmanın bizzat kendisinin tahrip edilmesidir.
Osmanlı Devletinin Çöküş Süreci
Osmanlı Devleti, önce gerileme, sonra da çöküş sürecine girdi. Özellikle 18. ve 19.
Yüzyıllarda yapılan reformların temel amacı, bu çöküşü önlemekti.
Hukuki alanda 1808 yılında kabul edilen Sened-i İttifakla amaçlanan, bir yandan
büyük ölçüde zayıflayan merkezi otoritenin güçlendirilmesi, diğer yandan da onun belirli
yönlerden sınırlanmasının sağlanmasıdır.
Askeri ve eğitim alanlarında yapılan reformlarla Osmanlı Devletinin yıkılışının
önlenmesi, yeni yapısıyla daha güçlü bir devletin tesis edilmesi amaçlanmıştır.
Bu işler yapılırken, çoğu alanlarda Batılı ülkelerdeki ilerlemeler örnek alınmıştır.
Klasik medrese sisteminin çökmüş olmasının bir neticesi olarak, eğitim alanında pozitivizmin
baskın hale gelmesi, çoğu aydınların yurt dışına gönderilmesi ve oralarda alınan eğitimlerle
pozitivist bir elit yapının ortaya çıkması, Batıya ÖYKÜNME politikalarını öne çıkarmıştır.
Hukuki ve siyasi alanda meşrutiyetin getirilmesinde ve Kanun-ı Esasi’nin kabulüne
yönelik çabalarda da temel maksat, hâkimiyetin millete tevdi edilmesi, hukuk devleti ve
kanun hâkimiyetinin tesis edilmesi, devletin adaletin tesis edilmesi yoluyla daha sağlam
temellere oturtulmasıdır. En azından, bunu amaçlayan söylemler ve bu amaca yönelik
niyetleri taşıyan beyanlar mevcuttur.
Fakat gerek Sultan Abdülhamid, gerekse İkinci meşrutiyet dönemlerinde olsun, bu
maksat tam olarak hâsıl olmamış, hatta bu maksatla esaslı şekilde çelişen bazı uygulamalar
yaşanmıştır. Meşrutiyet ve hürriyet talebi ve kisvesi altında istibdad uygulamaları
gerçekleştirilmiştir. Bahusus İkinci meşrutiyet döneminde meşrutiyet ve hürriyet talebi ve
kisvesi altında uygulanan istibdad üst düzeylere çıkmıştır.
Diğer yandan, batılı emperyal güçlerin kendi aralarında verdikleri bir karar vardır:
“Osmanlı Devletinin yıkılması, parçalara bölünmesi, saltanatla birlikte Hilafete de son
verilerek tüm Müslümanların hâmîsiz bırakılması, bu yolla her bir Müslüman ülkenin, Batılı
güçlü emperyal devletlerin himayesine ve sömürüsüne terk edilmesidir”.
1789 Fransız ihtilali ile filizlenerek güçlü bir şekilde yayılan etnik milliyetçilik ve
ayrılıkçılık fikirleri, Osmanlı Devletinin parçalanması sürecinde oldukça etkili olmuştur.
Birçok coğrafi bölge, ayrılıkçı yöndeki ayaklanmalar neticesinde, Batılı güçlerin de himaye ve
desteği altında Osmanlı Devletinden koparılarak bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir.
Batılı güçler, Osmanlının dağılması yönündeki çabalarını sadece harici müdahalelerle
sınırlı tutmamış, içerideki çeşitli bürokratları, aydınları, toplumsal kesimleri de en etkin
şekilde kullanmak yoluna gitmiştir. Bazı paşalar İngilizlerin, bazıların Fransızların ya da diğer
emperyal güçlerin emrinde hareket etmişlerdir. Ya da içerdeki bu kesimler, kendi amaçlarına
erişmek için harici güçlerle işbirliğine gitmişlerdir.
Her milletin içinde hainler bulunabilir milletimiz içindeki hainlerde geçmişini ve tarihini karalayanlardır. Kıymetli hocamıza selam ve saygılar sunuyor verdiği bilgiler için teşekkür ediyorum
Diline yüregine sağlik hocam.Hatayı çok ihmal ediyorsunuz gibime geliyor.Binler selam ve dualarla Allaha emanet olunuz.