Adâlet Ölçütünde Değerlendirmeler
Peki, âdilâne bir değerlendirme nasıl olmalıdır. Şimdi de bunu izah edelim.
Adalet, kısaca her hak sahibine hakkını vermek, hak sahiplerinin haklarını muhafaza
etmek, haksızlık yapanları, başkalarının haklarına ve hukuklarına tecavüz edenleri de hâksiz
davranışlarından dolayı layık olduğu ceza ile cezalandırmaktır.
Önce bazı temel ilkelere yer vermek istiyorum.
Her şeyden önce devletin ya da bireylerin hukuka aykırı, keyfi, zulmânî, âdil olmayan
işlem ve fiillerini, hukukî ve vicdani olarak tasvip etmek ve onaylamak mümkün değildir.
Hak haktır, büyüğüne küçüğüne bakılmaz. Hukuk dışı bir işlem ve fiilden bir padişah
ile bir çobanın, bir yazar ile bir çiftçinin zarar görmesi arasında hiçbir fark yoktur.
Adalet-i Mahza, Adalet-i İzafiye
Adaletin tatbik edilmesi ile alakalı ikili bir tasnif yapılır.
Birincisi “adalet-i mahza”dır. Bu, “tam adalet”, “bir ferdin hakkını, bütün insanlar
için de olsa, feda etmeyen adalet” şeklinde tarif edilir. Bu adalette, hiçbir kimsenin en küçük
bir hakkının bile çiğnenmemesi esastır. Adalet-i mahzada bir şahısın, kendi rızasıyla hakkından
vazgeçmediği müddetçe, bütün insanların faydası için de olsa hakkı çiğnenemez. Mesela, bir
gemide bin tane terörist, bir tane masum insan olsa, adalet-i mahzaya göre o gemi batırılamaz.
İkincisi, “adalet-i izafiye”dir. Bu ise, “küllün selâmeti için, cüz’ü feda eden adalet
tarzı”, “insanlığın, toplumun menfaati için, ferdi feda eden adalet şekli” şeklinde tanımlanır.
Adalet-i izafiyede “ehven-i şer” esas alınır. Bütün insanların veya bir toplumun zarara
uğraması büyük ve küllî bir şer, bu zararın giderilmesi için bir insanın ya da küçük bir gurubun
hakkının çiğnenmesi, cüz’î bir şer kabul edilir. Küllî şerden kurtulmak için cüz’î şerrin kabul
edilmesine “ehven-i şer ile amel etmek” denir ve adalet-i izafiyenin esası da budur.
Meselâ, kamunun düzenini bozan ya da tehdid eden şiddet eylemlerinin arttığı, milletin
ya da devletin mevcudiyetinin ciddi manada tehlikeye girdiği, bu yönde gerçek tehdidin var
olduğu durumlarda, OHAL rejimi hukukunun tatbik edilmesi, bu bağlamda, umumun selameti
için bazı kişilerin hak ve hürriyet alanlarının olağan rejimlere göre daraltılması, kısıtlamaların
artırılması, adalet-i izafiye ile uyumludur.
Adalet-i mahzanının tatbik edilmesinin mümkün olduğu durumlarda, adalet-i izafiye
tatbik edilmez, şayet edilirse zulmedilmiş olur. Adalet-i mahzanın tatbik dilmesinin mümkün
olmadığı durumlarda ise adalet-i izafiyenin tatbik edilmesi meşrudur. Mesela OHAL ilanını
lüzumlu kılan şartların tahakkuk etmediği durumlarda, OHAL rejimini tatbik etmek, adalet-i
izafiyenin tatbikini lüzumlu kılan şartlar tahakkuk etmediği için, yani adalet-i izafiyenin tatbik
edilmesi mümkün olduğu için, zulüm ve istibdaddır.
Gelelim, Yönetimlerin Karnesine.
Yeryüzünde, yönetimlerin üst kademelerinin, bizzat sebep oldukları ya da haberdar
olmadıkları çok sayıda haksız uygulamalar olabildiği gibi, çok sayıda olumlu, faydalı,
insanlığın ya da vatandaşların menfaatine icraatları da olabilmektedir.
Bir yönetimde, haksızlıkları eleştirmek, bu bağlamda doğru olanın ne olduğunu ortaya
koymak adalet ve hakkaniyetin zaruri bir gereğidir. Doğru, faydalı, toplum ve bireylerin
menfaatine olan politika ve uygulamaları takdir ve teşvik etmek de gayet tabii bir haktır.
Bir yönetimin uygulamaları genel itibariyle takdire şayan olduğu takdirde, bu yönetim
hakkında olumlu görüş beyan edilir. Bir yönetimin, topyekün bir inkâra dönüşmeksizin, bazı
hatalı fiil ve işlemlerinin hakkaniyet ve hukuk çerçevesinde eleştirilmesi, o yönetimin,
topyekün inkâr edilmesi, reddedilmesi, her yönüyle kötü, tamamen keyfi ve müstebid bir
yönetim olduğunun söylenmesi manasına gelmez. Âdil değerlendirme kapsamında, sair
olumlu, müspet, faydalı politikalarının takdir edilmesi ile hak yerini bulmuş olur. Bu
durumda, külli değerlendirmelere varmayan, yönetimin münferid işlem ve fiillerine ilişkin
lokal değerlendirmeler söz konusudur. Bu değerlendirmelerden umumî neticeler çıkarılamaz.
Said Nursi’nin, Abdülhamid’in, genel değerlendirme bağlamında veli bir padişah olduğunu
söyleyip, bazı fiil ve işlemlerini istibdad olarak değerlendirmesi buna misal teşkil edebilir.
Dünyada hatasız bir yönetim mümkün olmadığı için, bir yönetimin genel politika ve
uygulamaları hakkında not vermek, genel kanaat belirtmek, uygulanan politikalar bağlamında,
“hatalı, istibdad olarak nitelenen politika ve uygulamaların, faydalı, hukuka uygun
politika ve uygulamalardan daha fazla olup olmadığı” ölçütünde değerlendirilir.
Bazen, bir yönetimin genel politikaları çoğunluk itibariyle olumsuz görüldüğü halde,
bazı politikaları uygun görülebilir. Bu durumda da, olumlu görülen bazı politikaların
desteklenmiş olması, diğer hatalı ve hukuka aykırı politikaların da mutlaka kayıtsız şartsız
desteklendiği, genel politikaların çoğunluğunun olumlu görüldüğü manasına gelmez.
Bazen bir yönetim, şartlara bağlı olarak, öyle bir icraat yapabilir ki, diğer yüzlerce
hatalı uygulamaya denk gelebilir. Mesela başörtüsü yasağının kaldırılması, ezanın aslına
uygun okunmasına müsaade edilmesi, Ayasofya’nın tekrardan ibadete açılması gibi. Bu tür
uygulamalar, yüzlerce hatalı politikalara galip gelebilir. Yani kişiler, değerlendirmelerinde,
çoğu hatalı politikaları görerek eleştirseler de, bu istisnaî ve çok ehemmiyetli uygulamalar
sebebiyle, yönetim hakkındaki genel kanaatler olumlu yönde olabilir.
Bir yöneticinin veli olarak değerlendirilmesi, o yöneticinin hiçbir hatalı uygulama
yapmadığını belirtmek manasına gelmez. Esasen çok sayıda hatalı politika ve uygulamaları
mevcut olsa da, gerek kişisel amelleri, ibadetleri, gerekse uyguladığı politikalardan bazılarının
arz ettiği ehemmiyet ve samimi iyi niyeti, amacındaki sâfiyet, umumi amacındaki makbuliyeti
sebebiyle bu yönetici veli olarak değerlendirilmiş olabilir. Bu durumda, bir yönetici için veli
denmesi, onun hiçbir şekilde eleştirilmeyeceği manasına gelmez. Keza, bu kişinin bazı
politika ve uygulamalarının eleştirilmesi, onun veli olarak değerlendirilmesine mani değildir.
Çünkü velayet nitelemesi sadece ferdi uygulamalarla değil, genel uygulamalarla ve kişisel
faziletlerle, fiillerindeki safiyetle, rıza-yı ilahiyi maksad edinmesi ile alakalı bir meseledir.
Bazen bir yönetimin, üç-beş hatalı politikaları öne çıkarılarak, bu bağlamda bir fiil
binden fazla fiilden daha büyük ve abartılı gösterilerek, yüzlerce olumlu politika ve
uygulamalar görmezden gelinebilir, inkâr edilebilir, bunlar neticesinde genel değerlendirme
olumsuz yönde olabilir. Bu durumda, bu yöndeki bir genel değerlendirmenin âdil ve
hakkaniyetli olduğu söylenemez. Bazen de, bir yönetimin binlerce hatalı politikaları
görmezden gelinerek, sadece iki-üç politikası süslenerek, abartılarak, çoğunluk hatalı
politikaların üzeri örtülebilir, genel kanaat olumlu yönde olabilir. Bu durumda da, genel
değerlendirmenin âdil ve hakkaniyetli olduğundan söz edilemez.
Bazen, olağan dönemlerde hukuk, adalet, vicdan ve hakkaniyet ölçütünde uygun
görülmeyen bazı politika ve uygulamalar, olağanüstü yönetim dönemlerinde hukuka uygun
olabilir. Bazen de, olağanüstü yönetimin ağır şartlarında, hukuk ve adalet ölçütünde haklı
görülmeyen, hatta mer’i hukuka da uymayan uygulamalar söz konusu olabilir. Bu
uygunsuzlukların eleştirilmesi, hakkaniyet, vicdan ve adalet ölçütünde lüzumlu görülebilir.
Fakat bazen bu olağanüstülüğün meydana getirdiği şartlardaki vahim ağırlıklar sebebiyle,
uygulanan şekli hukuka aykırı olan politika ve uygulamaların umumi neticesi, ya da genel
netice içerisindeki katkısı o kadar üst düzeyde olabilir ki, bu şekli hukuka aykırılık, netice
itibariyle hayırlı bir sonucun husulüne sebep olabilir. Bu durumda, söz konusu uygulama,
şekli hukuka aykırılık ya da uygunluktan ziyade, olumlu mahiyetteki umumi neticeye olan
katkısı ölçütünde değerlendirilir. Mesela, alınan bir ihbar üzerine, devlet başkanına suikast
yapacağı öğrenilen bir kişinin yakalanması ve tutuklanması için mutlaka mahkeme kararının
arandığı bir durumda, zaruretler sebebiyle güvenlik birimlerinin mahkeme kararı olmaksızın
yakalama işlemi yapması, belki şekli hukuka aykırı olsa da, en vahim neticenin önlenmesine
katkı sağlaması sebebiyle, bu işlem yerinde ve hatta zaruri derecede gerekli görülebilir.
Abdülhamid Han ile Emperyaller Hakkında Mukayeseli Değerlendirmeler
Osmanlı Devletinin 34. Padişahı olan II. Abdülhamid Han, Osmanlı Devletinin çöküş
sürecinde en zor zamanda ve ağır şartlarda saltanat görevini icra etti.
Batı’nın sosyal Darwinist politikalarına karşı direnen, Osmanlı devletini içerden ve
hariçten yıkmak için uygulanan bütün politikalara 30 yıl süreyle direnen Abdülhamid Han,
emperyal güçlere göre “kızıl sultan”, “diktatör”, “mutlak müstebid”dir, Osmanlı
Devletinin yıkılışına mani olamayan İttihadçılar ve diğer yöneticiler, batılı emperyal güçlere
göre en makbul kişiliklerdir. Bu süreçte direnç göstermek isteyip de başarılı olmayanlar da
kötü ise de, hiçbirisi Abdülhamid Han kadar KÖTÜ, MÜSTEBİD ve KIZIL değildir.
Abdülhamid’in anlaşılması meselesi, bu geniş perspektiften tahlil edilmediği takdirde,
yapılacak değerlendirmelerde Emperyallerin tasdikçisi konumunun ötesine gidilemez.
Hariçte ve dâhilde, düşünen, düşünce geliştiren, Abdülhamid’e dair fikirler ortaya
koyan kişilerin bazılarına göre, Abdülhamid Han, Osmanlı Devleti’nin çökertilmesine karşı
direndiği, Büyük İsrail Devletini kurmak için Osmanlı Devletinin borçlarının ödenmesi
mukabilinde Filistin’i isteyen Theodor Herzl’e “Ben bir karış dahi olsa vatan toprağını
satmam, zira bu vatan bana değil milletime aittir. Milletim de bu toprakları ancak aldığı fiyata
verir. Çünkü bu topraklar kanla alınmıştır, kanla verilir!” şeklinde cevap verdiği, Padişah
olduktan sonraki ilk dönemler ve ilerleyen yıllardaki bazı istisnalar hariç Osmanlı Devleti’nin
bütünlüğünün korunması için bütün çabalarını ortaya koyduğu, kısaca Osmanlı Harimini
emperyallere peşkeş çekmediği için KIZIL, MÜSTEBİR ve DİKTATÖR’dür.
Bu iddiaların haklı gösterilmesi için de, bazı hadiseler delil olarak gösterilmiştir.
Sultan Abdülhamid Han, Amerika’daki McChartizm dönemindeki gibi HAYALİ
değil, Osmanlı Devletini SOMUT olarak yıkmayı hedefleyen, harici ve dâhili işbirlikçilerin
birlikte tam bir dayanışma içinde hareket ettiği, bu işbirlikçilerin bir kısmının Saray’ın, devlet
yönetiminin her kademesinde masum görünümlü olarak yer aldığı bir zeminde, bu Devletin
yıkılmasına mani olmak için mücadele etti. Kısaca hayali değil, gerçek bir yıkıcı tehlike söz
konusu idi. Bu işbirlikçilerin bir kısmı, masum görünümlü gazeteciler, aydınlar, işadamları,
tüccarlar vb. idi. Hukuki görünümlü bu kesimlerle adalet-i mahza sınırları içinde mücadele
etmek, bu devletin yıkılışını, harici güçler tarafından talan edilişini seyretmek demektir.
Amerika’da muhtelif dönemlerde, OHAL şartlarında icra edilebilecek çoğu hukuksuz
uygulamaların olağan dönemlerde icra edilmesini haklı bulup, Abdülhamid’in benzer
politikalarını haksız bularak, birincisine insancıl, adaletli, hürriyetçi, diğerine despot, mutlak
müstebid demek, işgalci emperyallere bütün iyi sıfatları yakıştırıp, ülkesini savunanlara
despot, müstebid, zalim, kızıl sultan demek, bütün değerlerin tamamen ters yüz edilmesidir.
Abdülhamid’e İlişkin Genel Değerlendirme
Yukarıdaki genel ilkeler ve belirlemeler çerçevesinde Sultan Abdülhamid Han için şu
değerlendirmeler yapılabilir:
(1) Sultan Abdülhamid Han, bir beşerdir; siyasi bir şahsiyettir. Osmanlı Devletinin
yıkılışı sürecinde, dâhili ve harici güçler, en dessas planlarla Osmanlı Devletini yıkıcı yönde
işler yapmışlardır. Hilafet ve Saltanatın birlikte yıkılışını hedefleyen bu vahim ve dehşetli,
olağanüstülüğün maksimum düzeyde olduğu, yıkılış şartları ve korkusunun zirveye çıktığı bu
dönemde, devletin bütün işlemlerinin mutlaka hukukî çerçevede olmadığı söylenebilir. OHAL
şartlarında, OHAL rejimine uygun olduğu halde, olağan yönetim dönemine göre istibdad
olarak değerlendirilen bazı uygulamaların hiç olmadığı da söylenemez.
(2) Sultan Abdülhamid Han’ın tek hedefi Osmanlı Devletini ve Hilafeti en az hasarla
muhafaza ederek yıkılışına mani olmaktır. Günümüzde söylenen, “söz konusu vatansa,
gerisi teferruattır” sözünün bir benzeri, bu dönemde “söz konusu Devlet-i Âliye’nin
yıkılışını önlemek ve Hilafeti muhafaza etmekse, gerisi teferruattır” mantığı ile bazı
uygulamalar yapılmış olabilir. Elbette ki, hukuka aykırı ya da istibdad kapsamına dâhil olan
bir uygulama, kabul edilemez, savunulamaz. Ama, dönemin şartlarında, hadiselerin bütünlüğü
içerisinde, tahribatın azameti karşısında, bazı kusurlar, genel içerisinde eriyebilir ya da bunlar,
adalet-i mahzanının tatbiki mümkün olmadığı için, adalet-i izafiye kapsamına dâhil edilebilir.
(3) Abdülhamid Han zamanında yapılan icraatların tamamının, padişahın mutlak
inisiyatifi altında olduğu söylenemez. Hatta çevresinde yuvalanan ve bir kısmı Abdülhamid
aleyhine sonuçları hedefleyerek, bir kısmı basiretsizliği, yönetimdeki yetersizliği sebebiyle,
istibdad olarak değerlendirilebilecek işler yapmış olabilirler. Nitekim Abdülhamid’in hal
edilmesi sürecinde etrafındakilerin büyük ekseriyetinin derhal saf değiştirerek muhaliflerin en
sıkı uygulayıcıları olmaları, çevresindeki ve taşradaki üst düzey yöneticilerin Abdülhamid
yönetimine sadakatinin ne derece sahte, ikircikli olduğunu net bir şekilde ele vermektedir.
(4) Bu dönemde, Osmanlı Devleti ve Hilafetin yıkılışını hedefleyen OHAL şartları söz
konusu olduğu için, kısıtlayıcı uygulamaların mutlaka bu zaviyeden değerlendirilmesi de icap
eder. OHAL dönemini olağan dönem şartlarında değerlendirmek, hukuki gerçekliklerle
bağdaşmaz. Dolayısıyla, başta sansür ve sürgün olmak üzere, bazı uygulamaların, OHAL
hukuku rejimi çerçevesinde değerlendirilmesi gerekir. Bu sebeplerledir ki, bu dönem için
değerlendirmeler yapan bazı düşünürler, fikir insanları, olağan dönem standartlarına göre
istibdad olarak değerlendirilen bazı uygulamaların OHAL rejiminde yapılmasını “mecburi
istibdad”, “hafif istibdad” olarak nitelemişlerdir.
(5) Gerek Abdülhamid Han dönemine ilişkin olsun, gerekse günümüzde olsun, çoğu
değerlendirmeler, hak ve hürriyetlere ilişkin kısıtlamalara esas teşkil eden hadiseler, bulgular,
bilgiler, belgeler irdelenmeksizin yapılmaktadır. Yani salt sonuç eksenli değerlendirmeler
yapılmakta ve nihayetinde meselenin istibdad boyutu öne çıkarılmaktadır. Oysaki geri planda
neler var, hangi sebepler, söz konusu işlemleri netice vermiştir? bunlar irdelenmiyor.
Muhtemelen hadiseler bütünlük içinde değerlendirildiğinde, OHAL şartlarında bazı
uygulamaların, bazen hukuken bazen de vicdani ölçütte masum olacağı anlaşılabilir.
(6) Bir kişi hakkında yapılacak umumi değerlendirmeler, “hasenat ve seyyiattan
hangisinin az ya da çok olduğu” ölçütü esas alınarak yapılmalıdır. Aksi halde, bir kişinin çakıl
taşı hükmünde olan bazı hatalarını alıp, ağrı dağı kadar büyüterek bu kişinin sair hasenelerini
görmemek, üzerini örtmek, hakkaniyet ölçütünde vicdansızlık ve adaletsizlik olur.
Abdülhamid’in de elbette ki mecburi istibdad kapsamında yaptığı bazı icraatları vardır. Fakat
onun asıl maksadı, Osmanlı Devletinde tüm toplumu kapsayacak şekilde, Hitler’vari bir terör
estirmek değildir. Genellikle istibdad sayılan fiiller, icraatlar, binlerce icraatlar arasında cüz’î
sayıdadır. Nitekim müstebid diyenler de, listeli olarak istibdad kapsamına dâhil olan icraatları
saymıyorlar. Bazı sürgünler, haksız olduğu söylenen tutuklamalar, mahkûmiyetler, öne
çıkarılarak, nihai kertede umumi istibdad nitelemesi yapıyorlar. Oysa bu dönem için, ne bir
Esad’ın Suriye’sindeki, ne de Hitler’in Almanya’sındaki gibi umumi istibdaddan söz
edilebilir. Olağan dönemlerde istibdad olarak görülen OHAL rejiminde ise bir kısmı hukuka
uygun olan bu uygulamalar, toplumun çok cüz’i bir kesimini etkilemektedir. Bu sebepledir ki,
Abdülhamid dönemi için, mutlak istibdad rejimi, Abdülhamid için de mutlak müstebid,
diktatör, istibdadçı nitelemesinin yapılmasının âdil ve hakkaniyetli olmadığı kanaatindeyim.
(7) Abdülhamid dönemindeki icraatların bütünü hakkında yapılacak değerlendirmede,
ona “mutlak müstebid”, “kızıl sultan”, “diktatör” nitelemesini yapanların, genellikle hilafet ve
saltanatın yok edilmesini amaçlayanların olması, bir kısmının da daha sonraları yaşananları
gördükten sonra vicdani muhasebe neticesinde pişmanlık ifade etmeleri de, bu döneme ilişkin
genel istibdad nitelemelerinin ne derece haksız olduğunu gösteriyor. ABD’deki McChartizm
dönemi uygulamalarını, Guatanamo’da yaşananları, müstemleke güçlerin masum insanlara
yönelik yaptıkları katliamları, talanları görmeyip, bu vahim icraatları yapanlarla söz birliği
ederek Abdülhamid için mutlak müstebid demek, zalimlerin mihverine girmek, değerlerimizi
yok etmek demektir. Onlar, hilafet ve saltanatı yıkmalarına mani olduğu için Abdülhamid’e
mutlak müstebid dedikleri halde, bizlerin de onların yolunda giderek, salt kendi menfaatleri
ekseninde yaptıkları değerlendirmeleri mutlak doğru kabul etmek, azim bir hatadır.
(8) Olması gereken, her bir münferid hadisenin teker teker değerlendirilmesi, özellikle
OHAL şartlarında o kısıtlamaların yapılmasının lüzumlu olup olmadığının tartılması gerekir.
Sonra da hasenat (istibdad kapsamına dâhil olmayan) ve seyyiattan (istibdad) hangisi fazla ise
ona göre bir genel değerlendirme yapılmalı. Aksi halde, peygamberler hariç, herkesin hata ve
kusuru olabileceği için, cüz’i bazı hataları öne çıkarıp, bütün genel değerlendirmeleri bunun
üzerine inşa etmek, zalimane bir iş olur. Abdülhamid’in, “hilafet ve Devletin muhafaza
edilmesi şeklindeki külli menfaatin korunması” için, bazı hakları kısıtlaması, bazı kişileri
sürgüne göndermesi, basına yasaklar getirilmesi şeklindeki bazı cüz’i şerler, OHAL rejiminde
adalet-i izafiye kapsamında gerçekleştirilmiştir. Bu sebeple, Abdülhamid için, adalet-i
mahzayı uygulamak mümkün olmadığı dönemin OHAL şartlarında, adalet-i izafiyeye uygun
olarak, olağan yönetim şartlarında istibdad olarak değerlendirilebilecek bazı uygulamaları
mecburi olarak gerçekleştirmiş olmasından dolayı, Esad, Hitler, Stalin, Lenin gibi müstebid,
diktatör nitelemesi yapmak, adalet, hakkaniyet, vicdan ve nesafetle uyumlu değildir.
Kısaca şunlar söylenebilir. Abdülhamid’in, Osmanlı Devleti ve Hilafetin muhafaza
edilmesi şeklindeki umumi maksada (umumun selameti) yönelik olarak, OHAL şartlarında
mecburî istibdad kapsamına dâhil edilebilecek bazı uygulamaları olmuştur. Bu politika ve
uygulamaların geneline bakıldığında, hem çok büyük tehlike ve tehditle karşılaşan umumun
selametinin sağlanması (ittihad-ı İslâm’ı temin eden hilafet ve saltanatın muhafazası)
şeklindeki büyük hayır amaçlanmış, hem uygulanan kısıtlamalardan toplumun cüz’î bir
kesimi etkilenmiş hem de olumlu politikalar çok daha fazladır. Nursi’nin, Abdülhamid’in,
bazı uygulamalarını istibdad olarak değerlendirdiği halde, genel değerlendirme bağlamında
onun veli bir padişah olduğunu söylemesi, bu yöndeki belirlemelerimizle uyumludur.
Mükemmel bir değerlendirme olmuş Teşekkürler…