Sultan Abdülhamid Hanla Alakalı Eleştiriler
Sultan Abdülhamid Han hakkında ilk kez “Kızık Sultan (Le Sultan Rouge)” diyen kişi, Fransız Akademisi üyesi tarihçi Albert Vandal’dır. Vandal’ın bu ifadeyi kullanmasının sebebi, 11.5.1893 Notası ile Berlin 61. maddesi yürürlüğe konularak, Diyarbakır, Erzurum, Sivas, Harput, Van, Bitlis’in Ermenilerin denetimine girmesini sağlamaya yönelik Batılı güçlerin çabalarının akim kalması olduğu belirtilmiş ise de, bunun, ilk göze çarpan cüz’i sebep olduğu, esasen daha kapsamlı sebebin, Abdülhamid’in emperyal güçlerin uygulamak istedikleri umumi siyasete çomak sokması, ciddi engeller çıkarması olduğu söylenebilir.
Dönemin İngiltere Başbakanı William E. Gladstone (1868–1874, 1880–1886 ve 1892–1894) da, Abdülhamid hakkında Vandal’ınkine benzer şekilde, “büyük cani”, “müstebid”, “zalim”, “diktatör” padişah vb. karalayıcı nitelemeleri bütün Avrupa’ya yaymaya çalışmıştır. Gladstone’un bu aşağılayıcı nitelemeleri yapmasına sebep olarak, Abdülhamid’in, 1877-l878 Türk-Rus Harbinden sonra, Rus Çarı ile dostluk ilişkilerini geliştirmesi, Abdülaziz döneminde Rusya ile iyi ilişkileri kuran Sadrazam Mahmud Nedim Paşa’yı, İngiltere istemediği halde Dâhiliye Nâzırı yapması, Musul Petrollerinin imtiyazının İngiltere ve Almanya’ya verilmesi yönündeki taleplerin Abdülhamid Han tarafından reddedilmiş olması gösterilmektedir.
Bu dönemde, başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupa kamuoyunda Abdülhamid’in “kızıl sultan” olduğu yönünde çok yoğun propagandalar yapılmıştır.
O dönemde, Avrupa’da âdil değerlendirmeler yapan ehl-i vicdan devlet adamları da mevcuttu. Bunlardan biri de Alman Başbakanı Otto Von Bismark’tır. Bismark’a göre, “Sultan Abdülhamid, Avrupa’da bir hasta olarak ele alınmaktadır. Fakat bana göre o, Haliç kıyılarında bulunanların hepsinden daha yüksek bir diplomattır. Ona karşı âdilâne hüküm verilmemiştir”. Bismark Abdülhamid için şu değerlendirmeyi yapar: “Dünyadaki bütün siyasi akılların %90’ı Abdülhamid’de, %5’i de bendedir. Geri kalan %5’i ise öyle, gelişigüzel sağa sola saçılmıştır”. Gladstone’un aksine, İngiltere Dışişleri Bakanı Edward Grey’e göre, “Komşularının zaafları üzerine şüphe edilebilecek gizli emellerin sahibi olduğu ne kadar iddia edilirse edilsin daha sonra anlaşıldı ki Abdülhamid, bizzat Avrupalıların huzur ve çıkarlarını, hatta kendilerinin bile başaramayacakları en akıllı ve dengeli şekilde koruyabilmiş bir hükümdardı”.
Avrupa’ya gönderilen Genç Türkler, Vandal’dan, Gladstone’dan öğrendikleri “Kızıl Sultan”, “müstebid”, “zalim”, “diktatör” vb. ifadelerini Türkiye’ye taşıyarak yaymışlardır.
Ne hazin ki, emperyallerin uydurdukları “kızıl sultan”, “müstebid” vb. nitelemeler, Milli Eğitim Bakanlığının kitaplarında yıllarca yer aldı ve yeni kuşaklara öğretildi.
Namık Kemal’in Ağır Eleştirileri
Abdülhamid’le alakalı en ağır eleştiriler getirenlerden biri Namık Kemal’dir. Namık Kemal, her ne kadar sürgüne gönderilmesi ile bilinse de, bu sürgünün mahiyeti pek bilinmez. Burada sürgünden kastedilen, Namık Kemal’in bir başka şehre sürgün edilerek hapsedilmesi değil, görev yerinin, İstanbul’dan uzaklaştırılmasıdır. Abdülhamid’in tahta çıkması sonrasında kurulan Anayasa Komisyonu üyesi olan Namık Kemal, Abdülaziz ve V. Murad’dan sonra, Abdülhamid’in de tahttan indirilebileceğini ima eden, “Bir şey ikilendi mi, muhakkak üçlenir de” anlamında bir şiir okuduğu için, yargılanır ve beraat eder. Fakat Padişah görevini Girit’e alır. Daha sonraları muhtelif yerlerde görev yapan Namık Kemal, 2 Aralık 1888’de, Sakız Adasında Mutasarrıflık görevi esnasında vefat eder.
Namık Kemal, bir şiirinde, Sultan Abdülhamid hakkında şu çok ağır tespitleri yapar:
“…Mülkü bitirdi gitti bir saltanat hevâsı- Mahvoldu mülkü millet, kahroldu şân-ü şevket- Hâlâ yerinde kaim o Allah’ın belâsı!”
Namık Kemal Hürriyet Kasidesinde de şunları satırlara döker:
Ne mümkün zulm ile bî-dâd ile imhâ-yı hürriyet
Çalış idraki kaldır muktedirsen âdemiyetten.
Talat Paşa’nın Önce Eleştirip Sonra Eleştirdiklerini Kendisinin Yapması
Çarpıcı bir misal de Talat Paşa ile alakalı. Abdülhamid Han’ı, Osmanlı Devletinde “hürriyeti” getirmek amacıyla tahttan indiren İttihatçıların en yetkili isimlerinden biri olan Talât Paşa hakkında, Rauf Orbay şunları ifade etmektedir:
“Bir zamanlar hürriyet uğrunda mücadele edenlerin ilk safında bulunan Talât Bey’in, sadrazam olunca, ‘Millet henüz meşrutî idareye hazır değildir. Memleketin selâmeti ve milletin emniyeti için münevver bir istibdat idaresi zarurîdir’ dediğini kulağımla işitmiştim”.
Talat Paşa, burada, hürriyeti getirmediği için ağır şekilde eleştirdiği Abdülhamid’den sonra, O’ndan daha fazla hürriyetleri kısıtlamak durumunda kaldığını itiraf etmiş olmaktadır.
Şair Tevfik Fikret’in Abdülhamid Han’a Karşı En Ağır Kini
Abdülhamid, 1905 yılı Temmuz ayında Ermeni Komitacıların düzenlediği bir suikast teşebbüsünden çok kısa süreli bir gecikme sebebiyle kurtulmuştu. Şair Tevfik Fikret, bunun üzerine Ermeni komitecilerine sitemini ve Padişah’a karşı kinini şu dörtlükle ifade etmiştir:
Ey şanlı avcı, damını bî-Hüda kurmadın; Attın, fakat yazık ki, yazıklar ki, vuramadın;
Dursaydı bir dakikacağız devr-i bi-sukun; Bir hayır olurdu, misli asırlara geçmemiş.
Abdülhamid’i sevmeyen Tevfik Fikret, kanunun suç saydığı bir fiile basın yoluyla övgüler dizerek, Ermenilerin suikast eylemlerine aleni destek veriyor. Bir şair, Ermenilerin suikast eylemini destekleyerek padişahına karşı bu kadar kindar nasıl olabilir? Anlamıyorum.
Sultan Abdülhamid Hanla Alakalı Pişmanlıklar
Bir kısmı Abdülhamid Han döneminde, bir kısmı hem Abdülhamid Han hem de II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde yaşayan gazeteci, edip, devlet adamı, şair, âlim vb. önemli şahsiyetlerin, Abdülhamid Han’ı saltanatı döneminde, en şiddetli üslupla eleştirdikleri halde, sonraki yıllarda, Abdülhamid Han hakkında yaptıkları en ağır eleştirilerden dolayı pişmanlıklarını ifade etmişlerdir.
Süleyman Nazif’in Eleştiri ve Pişmanlıkları
Hararetli şekilde “hürriyeti” savunanlarından biri olan Süleyman Nazif, Abdülhamid’e en katı şekilde muhalefet edenlerden biri olduğu halde, Abdülhamid’in hal’ edilmesinden sonra pişmanlık şiirleri yazmıştır.
Süleyman Nazif’in II. Meşrutiyetten önce yazdığı bir şiiri şu şekildedir:
İşte gülzâr-ı vatan mahvoldu istibdâd ile; Bizden istimdâd eder her zerre bir feryâd ile,
Geçmesin, eyyamımız bî-hûde istimdâd ile; Pençeleşmek muktazî gaddar ile, bîdâd ile
Arkadaşlar, kan dökün, kan dökmenin eyyamıdır.
Süleyman Nazif, II. Meşrutiyetten sonra İttihat ve Terakkinin mutlak istibdadını, kavmiyetçilerin ayrılık davalarını ve memleketin mahvolmaya doğru gittiğini görünce, bu sefer de pişmanlık ifadesi olarak “Sultan Hamid’e Şarkı” şeklinde şunları yazıp yayınlamıştı:
Padişahım gelmemişken “yâd”a biz; İşte geldik senden istimdada biz,
Öldürürler başlasak feryada biz; Hasret olduk eski istibdada biz.
Dem-bedem coşmakta fakr-u ihtiyaç; Her ocak sönmüş ve susmuş, millet aç.
Memleket matemde, öksüz taht-u taç; Hasret olduk eski istibdada biz.
Filozuf Rıza Tevfik: “Sultan Abdülhamid Han’ın Ruhâniyetinden İstimdat” Şiiri
Sultan Abdülhamid’e şiddetle karşı çıkanlardan biri de filozof Rıza Tevfiktir. Rıza Tevfik, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra yazdığı “Sultan Abdülhamid Han’ın Ruhâniyetinden İstimdat” adlı pişmanlık mersiyesinde, şu mısraları yazmıştır:
Nerdesin şevketlim, Sultan Hamid Han? Feryadım varır mı bârgâhına?
Ölüm uykusundan bir lahza uyan; Şu nankör kulunun bak günahına.
Tarihler ismini andığı zaman; Sana hak verecek, ey koca Sultan;
Bizdik utanmadan iftira atan; Asrın en siyasî Padişahına.
“Pâdişah, hem zâlim, hem deli” dedik; İhtilâle kıyam etmeli dedik;
Şeytan ne dediyse, biz “beli (evet)” dedik; Çalıştık fitnenin intibahına.
Divane sen değil, meğer bizmişiz; Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz.
Sade deli değil, edepsizmişiz; Tükürdük atalar kıblegâhına.
Lakin sen sultanım gavs-ı ekbersin; Ahiretten bile himmet eylersin,
Çok çekti şu millet murada ersin; Şefaat kıl şahım mededhâhına.
Merhum Necip Fazıl Kısakürek, Rıza Tevfik’in bu şiirini 1947 yılında Büyük Doğu’da yayınladığı için hapis cezasına mahkûm oldu ve cezaevinde yattı. Bu yargılamada suçlama sebebi ise, bu şiir sebebiyle “Türk Milletine Hakaret”tir.
Filozof Rıza Tevfik, hasta yatağında Necip Fazıl’ın yargılanarak mahkum edildiği söz konusu davada, yargılamayı yapan Hâkim’e şu açıklamaları yapmıştır:
“Ben bu şiiri Türk Milletine hakaret kasdıyla değil, tamamıyla aksi olarak, Türk Milletini ölüme götüren bir zümreyi teşhir ve Abdülhamid Han’a edilen iftiraları tespit gayesiyle yazdım. 31 Mart vakasını tertiplediği isnadı altında tahtından alaşağı edilen büyük hükümdar, bu isnadla, sadece iftiraların değil, tertiplerin de en hainine hedef tutulmuştur. 31 Mart’ı tertipleyen İttihatçılar ve bu işe memur edilenler arasında bizzat ben vardım. 31 Mart’ı kışkırtma ve körükleme işini Selim Sırrı ile Rıza Tevfik idare etti. Hasta yatağımdan söylediğim bu sözlere tarih kulak kabartsın” (Necip Fazıl, Son Devrin Din Mazlumları).
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır: “Önce Cinayet, Sonra Pişmanlık” Beyanı
Sultan II. Abdülhamid Han’ın hal’ edilmesi fetvasının ilk müsveddesini meşhur âlim ve Antalya Mebusu Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi (Yazır) yazmıştı. Hamdi Efendi’nin sonraki dönemlerde Abdülhamid hakkındaki düşüncelerinin değiştiği görülüyor.
Kendisine Abdülhamid’in hal’ edilmesi meselesini soran oğlu Muhtar Yazır’a “cinayet, cinayet… bu iş bir cinayetti. Bunu bana bir daha sorma, sorma” demiştir.
Muhtar Yazır’ın, naklettiğine göre; Hamdi Efendi’nin “Hayatımdaki en büyük hata, Sultan Hamid’in hal’ine karışmamdı (Recep Çiğdem, “Elmalılı Hamdi Yazır”, Elmalılı M. Hamdi Yazır Sempozyumu)” şeklindeki ifadeleri bu konudaki pişmanlığın en bariz göstergelerinden biridir.
Milli Şairimiz Mehmed Akif Ersoy’un İtham ve Pişmanlıkları
Sultan Abdülhamid Han ile alakalı pişmanlık ifade edenlerden biri de Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’dur. Akif’in Abdülhamid’i ağır şekilde eleştiren şiirlerinden bazıları:
Ortalık şöyle fena, böyle müzebzep işler; Ah o Yıldız’daki baykuş ölmezse eğer,
Çoktan beridir vardı benim bir derdim; Gideyim zalimi ikaz edeyim isterdim,
Kafes ardında hanımlar gibi Saikliydi Hamid;
Âl-i Osman’dan bu korkaklık edilmezdi ümid.
Akif, Abdülhamid tahttan indirildikten sonra pişmanlık ifade eden şu mısraları yazar.
Giden semerciyi, derler, bulur muyuz şimdi?
Ya böyle kalfa değil, basbayağı muallimdi.
Nasıl da kadrini vaktiyle bilemedik, tuhaf iş;
Semer değilmiş o rahmetlininki devletmiş!
Akif’in Mısır’dayken, dostu Yozgatlı Mehmet Efendi’ye pişmanlık ifade eden şu sözleri söyler:
“Şayet ölmez de iyileşebilirsem hatıralarımı yazmak istiyorum. Hatıralarımda Sultan II. Abdülhamid’e karşı özür ve itiraflarım olacaktır” (Aktaran: Şemsettin Şeker).
Ahmed Rasim’in Abdülhamid’e Yönelik Hasreti
Türk Edebiyatında yer alan önemli şahsiyetlerden biri olan, çok sayıda Gazetede yazıları yayınlanan, çok sayıda şiirleri bulunan, sansür kapsamına girebilecek siyasi tartışmaların haricinde kalan, Cumhuriyetin ilanından sonra iki dönem (1927-1932) milletvekilliği yapan, Abdülhamid zamanında kısa süreliğine bazı kamu görevinde de çalışan Ahmed Rasim, Abdülhamid Han’ın vefatı üzerine hissiyatını şu şekilde mısralara dökmüştür:
Sen değil naaşın hükümdar olsa elyaktır bizlere,
Dönsün etsin taht-ı Osmaniye tabutun cülus.
Ahmed Rasim, daha önce gizlediği hissiyatını burada çok net şekilde Abdülhamid Han lehine ifade etmiştir.
Said Nursi’nin Abdülhamid Han İle Alakalı Fikirleri
Said Nursi’nin Abdülhamid ile alakalı görüşlerinin, diğerlerinden farklı olarak, iki veçhesi mevcuttur. Nursi’de, önceki görüşlerinden sonra bir pişmanlık ortaya koyma durumu söz konusu değildir. Nursi, Abdülhamid’in istibdad kapsamına dâhil olan bazı uygulamalarını, “hürriyet ve meşrutiyet-i meşrûâ” ölçütleri kapsamında değerlendirmiştir. Bu eleştirilere rağmen, hilafet ve saltanatın yıkılışının önlenmesi zaruretine ve bu zaruret sebebiyle ortaya çıkan OHAL şartlarına bağlı olarak, bu dönem uygulamaları için, “mecburî istibdad”, “zayıf istibdad”, “hafif istibdad” nitelemeleri yapmıştır. Bu nitelemelerin yapılmasında, genellikle II. Meşrutiyet ile Cumhuriyetin ilk yıllarındaki ağır istibdad dönemleri ile bir kıyaslamanın yapıldığı da söylenebilir. Mecburi istibdad nitelemesinin, OHAL rejimi ve “adalet-i izafiye” ile uyumlu olduğu söylenebilir. Nursi, bütün bu eleştirilerini, koyu ve genel bir Abdülhamid düşmanlığı ve İttihat ve Terakki taraftarlığı şeklinde yapmamış, tamamen meşrutiyet-i meşrûâ ve hürriyet-i şer’iye ölçütleri üzerinden yapmıştır. Nitekim İttihatçılar daha sonraki dönemde, meşrutiyet kisvesi altında mutlak istibdad rejimi kurduğu için, onların bu rejimini de, meşrutiyet-i meşrûâ ve hürriyet-i şer’iye ölçütlerinde çok ağır bir şekilde eleştirmiştir.
Nursi’nin, Abdülhamid hakkındaki görüşü hiç değişmemiştir. Yani Nursi, merhum Akif, Rıza Tevfik, Süleyman Nazif vd. gibi, önceleri tam muarız iken, daha sonra pişmanlık ifade eden bir şahsiyet değildir. Başlangıçta, münferid bazı politikaları meşrutiyet-i meşrûâ ve hürriyet-i şer’iye ölçütlerinde eleştiren Nursi, Abdülhamid’in genel politikaları ve kişiliği hakkında yaptığı genel değerlendirmelerinde, onun, “Şefkatli Sultan”. “cennetmekân” ve “velî” bir padişah olduğunu, O’na “veli” bir padişah nazarıyla baktığını ifade etmiştir.
Tarihçi Cemal Kutay’ın Abdülhamid Han ile Alakalı Değerlendirmesi
Cemal Kutay, “Bilinmeyen Tarihimiz” adlı kitabında, Sultan Abdülhamid hakkındaki, ağır itham ve suçlamalar için şu belirlemeleri yapar:
“Siyasî tesirlerden bu kadar uzak, artık tamamen kapanmış sayılacak o günleri birbirinden böylesine farklı hükümlendirmek neden? Hatıra ister istemez şu ihtimal geliyor: Sultan Hamid’i bizler olduğu kadar, yabancılar da, kendi ölçü duygularına göre hükümlendirmek istemişler. Çelişki, 1974 Türkiye’sinde de sürüp gidiyor. Bir tarafta Kızıl Sultan, bir tarafta Ulu Hakan!” “Bunun nedeni, emperyalizmin ‘Böl, Parçala, Yönet’ politikasıdır. Hâlbuki emperyalizmin kirli oyunlarına ancak güçlü bir ‘İç Cephe’ ile karşı koyabiliriz. İşte, sözde demokratik hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi mücadelesi adına, ana hedef aslında, ‘İç Cephe’nin parçalanmasıdır! Bu ‘yüce değerler’ kamuflaj malzemesinden başka bir şey değildir. Ne yazık ki, ‘İç Cephe’nin parçalanmasında, Sultan Abdülhamid de bir araç olarak kullanılmak istenmektedir”.
Rıza Tevfik’ten Emperyallerin Çirkin Emellerini İfşa Eden Bir Hatıra
(Rıza Tevfik) “bir gün, Talat’a (Talat Paşa) dedim ki: Biz bu ihtilal için ecnebi sefirlerden hayli teşvik gördük. İşte hürriyeti ilan ettik. Gidelim bu süferâyı (elçiler) ziyaret edelim, teşekkür edelim.
“Evvela İngiliz sefirine gittik. …(sefaret) binasını ölü sessizliği içinde bulduk. Ben emin idim ki sefir de dâhil olmak üzere bütün sefaret erkânı içeride idi. Fakat bizi karşılayan sefaret kavası (kapıcı) kimi sorduksa ‘yok’ dedi. Çok soğuk bir adem-i kabul idi bu”.
Rıza Tevfik sonraki yıllarda bir dönem Türkiye Büyükelçiliği yapan Lord Nicholson’u ziyaret eder ve ziyaret esnasında, ihtilal sonrasında İngiliz sefaretinde kendilerine gösterilen soğuk adem-i kabulün (soğuk karşılama) sebebini sorar. Nicholson’un cevabı şu şekilde olur:
“Dostum Rıza Tevfik Bey… biz Jön Türkleri teşvik ettik. Onlardan büyük bir netice bekliyorduk. İhtilal olacak; istibdad ile beraber Sultan da ve bahusus temsil ettiği Hilafet müessesesi de alaşağı edilecek. Fakat aldanmış olduk. Beklediğimiz neticeyi alamadık. Zîrâ ihtilal yaptınız, Kanun-ı Esâsî (anayasa) geldi, fakat Sultan da ve hele Hilafet müessesesi de yerinde bâkî kaldı”.
Rıza Tevfik Lord Nicholson’a sorar: “İngiltere devlet-i fahîmesini Hilafet müessesesi bu derece şiddetle neden alâkadar eder?”
Lord Nicholson şu cevabı verir: “Ha… dostum Rıza Tevfik Bey!… biz Mısır’da, bilhassa Hindistan’da İslâm ülkelerini idaremiz altına alabilmek için milyonlarca altın harcadık, muvaffak olamadık. Hâlbuki Sultan, yılda bir defa bir ‘selâm-ı şâhâne’, bir de ‘Hafız Osman Hattı Kur’an-ı Kerim’i gönderiyor, bütün İslâm ümmetini, hudutsuz bir hürmet duygusu içinde emrinde tutuyor”.
“İşte biz ihtilâlden ve siz Jön Türklerden, ihtilal sonunda Sultanların da, Hilafetin de, yâni bir ‘selâm-ı şâhâne’, bir de ‘Hafız Osman Hattı Kur’an’la kitleleri avucunda tutan kuvvetin de devrilmesini bekledik, aldandık. İşte bu sebeple bir soğuk adem-i kabul gördünüz” (Burhan BOZGEYİK, İslam Birliği Üzerine Oynanan Oyunlar, s. 18).
Nihaî Değerlendirme
Yukarıdaki izahatlarda da görüleceği üzere, bazı politikalar, uygulandığı dönemin şartlarında layıkıyla anlaşılmayabilmektedir. Ya ileriki dönemde yaşanacak büyük felaketler ya da daha ağır kısıtlamalar sebebiyle, bir önceki dönemlerde uygulananlar daha âdil ve hakkaniyetli bir şekilde değerlendirilebilmektedir. Nitekim bazıları II. Meşrutiyet döneminde, bazıları da hem II. Meşrutiyet hem de Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan umumi ve ağır istibdad uygulamalarını görünce, Abdülhamid dönemindeki uygulamaları “hafif” ve “mecburi” istibdad olarak görmüşler ve daha önce yaptıkları ağır eleştirilerden dolayı pişmanlıklarını ifade etmişlerdir. Ayrıca, hilafet ve saltanatın yıkılışına bağlı olarak bütün Müslümanların param parça olmaları ve emperyallerin bir nevi esiri haline gelmelerinin görülmesi ve Abdülhamid dönemindeki hafif ve mecburi istibdad kapsamında görülen uygulamaların lüzumluluğunun anlaşılması, bu pişmanlığı daha da artırmıştır.
Netice itibariyle, Abdülhamid, cüz’î hataları yanında külli hasenatları ve genel amacındaki safiyet ve ulviyet, kişisel faziletleri vb. sebeplerle, bir “kızıl sultan”, bir “mutlak müstebid” değil, bir beşer ve siyasi şahsiyet olarak bazı cüz’î hatalarına rağmen “veli” bir padişah, “ulu bir hakan”dır. O, bölgesel siyasi politikaları yönünden büyük bir siyasi dehadır. Abdülhamid dönemini hakkıyla anlamayanlar, 10 yıl bile sürmeyen İttihat ve Terakki iktidarı döneminde yaşanan çok ağır hasarları, yıkılışları, çöküşleri, bir kısmı da cumhuriyetin ilk yıllarındaki umumi istibdad uygulamalarını gördüklerinde derhal anlamışlardır.
Esasen küresel ölçekte milyonlara varan katliamlar yapan, işine yaradığı ölçüde her türlü terörü destekleyen, hatta organize eden, haksız işgaller gerçekleştiren, milyonlarca insanı mecburi göçe zorlayan, OHAL şartlarında ülkesinde yaşayanlara kan kusturan emperyaller için “demokrat”, “insancıl”, “hukuk devleti” vb. nitelemeleri yapıp, bu emperyallerin belki de yüzde biri kadar ancak hataları olan Abdülhamid için, “mutlak müstebid”, “Kızıl Sultan” demek, Batılı emperyallerin ikiyüzlü çirkin emellerine mutlak hizmet etmek demektir.
Ben tokadımı, Albert Vandal ve Gladstone vb. ile birlikte Abdülhamid’e “Kızıl Sultan” ve “mutlak müstebid” diyerek vurmam. Vuranlar da kesinlikle benim nazarımda sefildirler.
Adnan hocamizi tebrik ediyorum. Cok guzel ve onemli bir yazi. Yazi bugune o kadar cok isik tutuyor ki…….. Erdogan da bugun ayni jargonla Abdulhamid’in maruz kaldigi suclamalara maruz kaliyor. İsin arkasainda ne yazik ki emperyalistler var. İceride ise tarihi okumaktan, resmi bir butun olarak gorme basiretinden yoksun farkli kimlikten insanlar var. Abdulhamid gidince topraklarimizin yuzde 80’inini kaybettik. Erdogan gidince neyi kaybecegiz acaba?