Asra yemin olsun ki, insan büyük bir hüsran içerisindedir
Ancak iman edenler, salih amel işleyenler
Birbirine hakkı ve birbirine sabrı tavsiye edenler müstesna.
Asr Sûresi: 1-3
40 gündür devam eden Hamas-İsrail savaşında çoğunluğunu çocuk ve kadınların oluşturduğu 10 bin (belki de 20 bin) insan şehit edildi. İsrail’in bu orman kanunlarından da beter saldırganlığı, batılı ülke halklarının galeyana gelmesine vesile oldu. Protestolar, yürüyüşler, konuşmalar yapıldı. Ama bundan daha önemlisi, meydana gelen olaylar İslâm’ın araştırılmasına, Kur’ân okumaya ve bir kısım insanın da Müslüman olmasına vesile oldu. Allah’dan temennimiz, duamız bu faaliyetlerin artması ve daha fazla ihtidaların olmasıdır.
Müslümanların bu durumu güzel bir şekilde değerlendirmesi gerekir. Bizim usulüne uygun yapacağımız tebliğ faaliyetleri, bütün dünyada ses getirebilir. Ve dünyanın manevi şeklini değiştirebilir.
***
Peygamberimiz (s.a.v) kırk yaşında peygamber olduğunda davasını gerçekleştirmek için hiç bir maddi gücü yoktu ve bu dini tebliğe başladığında, kendi kavminin büyük düşmanlığıyla karşılaşmıştı. Fakat yirmi üç sene sonra vefat ettiğinde, bütün Arap Yarımadası onun tebliğ ettiği dini kabullenmişti.
İslâm’ın yayılışı, Peygamberimizin vefatıyla duraklamadı, aynı hız ve aynı ruhla İslâm daha geniş coğrafyalara yayılmasını sürdürdü.
John L. Esposito “İslâm Tehdidi Efsanesi” adlı kitabında peygamberimiz sonrası dönemde İslâm’ın yayılışını anlatırken şöyle der: “Hz. Peygamberin vefatını takiben yüz yıl içinde, halifeler, zamanın Roma İmparatorluğundan daha büyük bir devlet kurmuşlardı. Bu yükselişin uluslarası düzene ve özelde Hıristiyanlığa yaşattığı şok, hesap edilir cinsten değildi. Arap kabilelerin birleştirilmesi, Arabistan’ın tamamına hakim olunması, Bizans (Doğu Roma) ve Pers (Sasani) imparatorluklarına galip gelinmesi ve bir yüz yıl sonunda İslâm halifeliğinin Kuzey Afrika’dan Hindistan’a kadar genişlemesi hayal bile edilemezdi.”[1]
İslâm’ın bu akıl almaz yayılışı yalnızca siyasi boyutta kalmadı. İslâm, girdiği her yerde akılları, kalpleri, ruhları da fethetti. Bu fetih zorla baskıyla da gerçekleşmedi. Zaten zorla bir fikri insanlara kabul ettirmek mümkün olmadığı gibi, Kur’an da diğer insanları İslâm’a girmeye zorlamayı yasaklıyordu. Müslüman fatihler, fethettikleri bölgelerdeki insanları kendi dinlerinde serbest bıraktılar. Fakat İslâm’ı da onlara tebliğ ettiler. Bu geniş coğrafyadaki insanlar oldukça sade, akla yatkın bu yeni dine, kendi hür iradeleriyle, isteyerek, severek girdiler. Daha sonraları onların içinden İslâm’ın ateşli taraftarları ve müdafileri de çıktı. (Örneğin Kütüb-i Sitte müelliflerinin tamamı Orta Asyalıdır ve Sahih-i Müslim’in müellifi Müslim haricinde hiç biri Arap değildir.)
Batılılar İslâm’ın yayılışını hep kılıç zoruyla gerçekleşmiş olarak görmeye ve göstermeye meyillidirler. Bu psikoloji ile yazılmış pek çok eser, yine insaflı olan batılılarca tenkit edilmiş ve çürütülmüştür. Kılıç ancak toprakları fethetmiştir. Kalpleri fethedense daima İslâm’ın hakikatı olmuştur.
İngiliz müsteşrik Sir Arnold “İntişar-ı İslâm Tarihi” kitabında tarihte bütün dünya ülkelerinde, Afrikadan, İspanya’ya, Moğollar’dan, Hint ve Çin’e kadar İslâm’ın yayılışını araştırmış ve neticede özetle şu karara varmıştır: “İslâm’ın bir misyoner teşkilatı olmadığı halde, yalnızca vaizler, din alimleri değil -erkek, kadın, hür, köle- her ferd kendini bir misyoner gibi telakki eder ve dinini tebliğ hususunda ibadet şuuruyla çalışır. Araştırmalar bu dinin kılıçla değil canla başla çalışan fedakarlarla yayıldığını ortaya koyar.”[2]
İslâm’ın dünya üzerindeki pek çok yerlerde yayılmasının kılıçla değil tebliğle gerçekleştiğini söyleyen, yalnızca Sir Arnold değil elbette. Bu hükmü insaflı olan pek çok araştırmacı da tasdik ediyor.
Üstad Bediüzzaman İslâm’ın bu yayılışının baskı ve zorla olmadığını şu ifadeleriyle anlatır:
“Kahır ve cebirle zahirî bir hâkimiyet, sathî bir tahakküm, kısa bir zamanda ibka edilebilir. Fakat bütün kalblere, fikirlere, ruhlara icrâ-yı tesir ederek, zahiren ve bâtınen beğendirmek şartıyla vicdanlar üzerine hâkimiyetini muhafaza ve ibka etmek, en büyük harika olmakla, ancak nübüvvetin hassalarından olabilir.”
“Tehditlerle, korkularla, hilelerle efkâr-ı âmmeyi başka bir mecrâya çevirtmek mümkün olur. Fakat tesiri cüz’îdir, sathîdir, muvakkat olur. Muhakeme-i akliyeyi az bir zamanda kapatabilir. Amma irşadıyla kalblerin derinliklerine kadar nüfuz etmek, hissiyatın en incelerini heyecana getirmek, istidatların inkişafına yol açmak, ahlâk-ı âliyeyi tesis ve alçak huyları imha ve izale etmek, cevher-i insaniyetten perdeyi kaldırıp hakikati teşhir etmek, hürriyet-i kelâma serbestî vermek, ancak şua-ı hakikatten muktebes harikulâde bir mucizedir.”[3]
***
Madem, İslâm’ın dünya üzerindeki yayılışı şimdiye kadar, kılıçla değil, akılları, kalpleri fethetmekle, gönülleri kazanmakla olmuştur. Öyleyse günümüzde de, tebliğle çok şeyler yapılabilir. Eğer, İslâm’ı tebliğ, sistemli bir şekilde ele alınır ve daha önce olmayıp şimdi olan çağın imkanları da devreye sokulursa, kısa bir zamanda fevkalade sonuçlar elde edilebilir.
***
Yapılan araştırmalar, İslâm’ın bütün dünyada en çok ve en hızlı yayılan din olduğunu gösteriyor. Bu bize büyük bir mutluluk veriyor. Fakat görünüş bizi aldatmamalıdır. Aslında günümüzdeki İslâm’ın yayılışı şimdikinden daha geniş çapta ve daha mükemmel olabilirdi. Bugün bütün dünyada İslâm’ın yayılışı, topyekün bütün Müslümanların yaptığı faaliyetler olmanın ötesinde, genellikle ferdi gayretlerin veya bazı grupların faaliyetiyle gerçekleşmiş hadiselerdir. Tabii ki, fertlerin ve fedakar bazı grupların faaliyeti ses getiriyorsa, bütün Müslümanların –hiç değilse mühim bir kesimin- enerjilerini devreye sokması muazzam denilebilecek bir neticeyi vücuda getirebilir. Bize düşen vazife potansiyel enerjiyi devreye sokarak bu neticeyi sağlayabilmek olmalıdır.
Müslümanların doğuda ve batıda kendi dinlerini bilmeyişleri ve yaşamayışları İslâm’ın yayılmasında en büyük engeldir. Bazı yerlerde yanlış tebliğler veya yanlış hareketler de bu yayılışın gücünü kırıyor veya azaltabiliyor.
***
İslâm’ın bütün dünyada yayılışının daha hızlı, daha mükemmel, daha geniş çapta olabilmesi, müslümanların, tebliğ faaliyetini en mühim bir vazife telakki etmeleri ve tebliği bütün yönleriyle kavrayarak şuurlu, bilinçli tebliğ yapmalarıyla mümkün olacaktır.
***
Tebliğ mevzuu biz Müslümanların üzerinde hassasiyetle durması gereken bir mesele olduğu halde, şimdiye kadar bu mevzu üzerinde ciddiyetle durulmamıştır.
Batıda misyonerlerin eğitiminde, siyaset ve ticarette, propaganda ve reklam tekniklerinde, insanların düşünce ve davranışlarını yönlendirme, ikna etme ve kontrol altına alma yönünde büyük araştırmalar yapılmıştır. Yapılan bu çalışmaların, Batının dünya hakimiyetindeki rolü oldukça büyüktür.
İnsanlara İslâm’ı sevdirecek, ikna edecek tarzda, bilinçli ve sistemli bir tebliğ faaliyetinin, gelişi güzel tebliğin yerini alması, pek çok şeyi değiştirebilir.
[1] İslam Tehdidi Efsanesi. S.76
[2] Bkz. İntişar-ı İslam Tarihi: s: 406-411. Akçağ yayınları.
[3] İşaratül İ’caz.