Ecdadımızın yaşadıklarından nasiplenip nasiplenmediğimizi öğrenmek için günümüze
dönme vakti geldi sanırım. Yüzlerce yıl önce yaşamış Mimar Sinan’ı geçecek kaç
mimarımız, Fuzuli’yi geçecek kaç şairimiz, Ali Kuşçu gibi kaç matematikçimiz vardır?
Olanlara da sahip çıktığımız söylenemez. İslam ülkeleri tıpta, astronomide, fizikte, dijital
teknolojide, yazılımda, savunma sanayisinde neredeler acaba? İçtimai meselelerde de bir arpa
boyu yol aldığımızı söyleyemem. Bir tavuk için bile birbirini boğazlayanlar, bitip tükenmeyen
kan davaları, kadın cinayetleri, şiddet ve madde bağımlılığı, düğünlerde silah patlatan
magandalar, trafikte kural tanımayan insanlar, köşe başlarını tutan dolandırıcılar, hırsızlar, bir
parça ekmek bile bulamayan fakirler, ucube binalar, kirden, çöpten geçilmeyen caddeler,
sokaklar, parçalanmış aileler, sanal âlemlerde gezinen suç örgütleri ve daha buraya
yazamadığımız ne kadar olumsuz hadiseler varsa maalesef İslam âleminin yüreğine saplanmış
durumda. Yüzyıl önce yaşamış olan Mehmet Akif Ersoy’da benzer şeyleri söylemiyor mu?
“Ne gördün, şarkı çok gezdin diyorlar gördüğüm yer yer
Harap iller; serilmiş hanümanlar; başsız ümmetler
Yıkılmış köprüler; çökmüş kanallar; yolcusuz yollar
Buruşmuş çehreler; tersiz alınlar; işlemez kollar
Bükülmüş beller; incelmiş boyunlar; kaynamaz kanlar
Düşünmez başlar; aldırmaz yürekler; paslı vicdanlar
Tagallüpler, esaretler; tahakkümler, mezelletler
Riyalar, türlü iğrenç iptilalar; türlü illetler
Örümcek bağlamış, tütmez ocaklar; yanmış ormanlar
Ekinsiz tarlalar; ot basmış evler; küflü ormanlar
Cemaatsiz imamlar; kirli yüzler; secdesiz başlar
“Gaza” namıyla dindaş öldüren biçare dindaşlar
Ipıssız aşiyanlar; kimsesiz köyler; çökük damlar
Emek mahrumu günler; fikr-i ferda bilmez akşamlar
Geçerken ağladım geçtim; dururken ağladım durdum
Duyan yok, ses veren yok bin perişan yurda başvurdum
Fırka, milliyet, lisan namıyla daim ayrılık
En samimi kimseler beyninde en ciddi açık
Enseden aslan kesilmek, cepheden yaltak kedi
Müslümanlık bizden evvel böyle zillet görmedi…”
Böylesi karamsar bir tablo çizmek benim işim değil ama ne yazık ki gözümüzü
kapamakla gece olmuyor. Gerçekleri halının altına süpüremeyiz. Toplumu oluşturan
fertlerdir. Fertler düzeldiğinde o toplum, o devlet ancak payidar yaşayabilir, aksi durumda
dağılmaktan kurtulamaz. Osmanlı’yı da diğer kadim İslam devletlerini de yıkan savaş,
ekonomi ya da siyasi istikrarsızlıktan ziyade cemiyetin hastalıklı bünyesidir. Şahsiyetin
erimesi, ahlakın yozlaşması, adaletin bozulması, ruhsal çöküntü yaşayan yığınla insanların
varlığı koca devletleri tarih sahnesinden el etek çektirten baş müsebbiplerden bir kaçıdır. O
halde fert planında duygu ve düşüncelerimizi gözden geçirip insan-ı kâmil olma yolunda
ilerleme yollarını aramak gerekir. Ancak karakter kazanmış bir vücutla İslam’ı temsil
edebiliriz. ”Eğer biz doğru İslâmiyeti ve İslâmiyet’e lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek,
bundan sonra onlardan [diğer din mensuplarından] fevc fevc dâhil olacaklardır.”
“Doğru İslamiyet” kavramı üzerinde durmak gerekir. Bu öylesine söylenmiş bir söz
değildir. Kime göre, neye göre doğru İslamiyet. Mezhep tanımayan, modernist geçinen
ilahiyatçılara göre mi, batı seviciliği yapan müsteşriklere göre mi, radikalizmin pençesinden
kurtulamayan İslam’ı kafa-kol kesen, sanata, mimariye, estetiğe düşman gibi pazarlayan
örgütlere göre midir doğru İslamiyet? İslam’ı kuru bir meal okumasından ibaret sayan
zihniyetler midir yoksa? Her halde doğru İslamiyet anlayışımızı Efendimizin(SAV), “Size iki
şey bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız: Bunlar,
Allah’ın Kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” diyerek billurlaştırdığı bu sözde arayacağız.
Bizler bu hakikat çerçevesinde ne nokta taviz verme ne de nokta ilave etme makamındayız.
Şeker karıştırılmamış bal nevinden olan doğru İslamiyet’i bulduktan sonra geriye onu
sindirmek ve hayatımıza tatbik etmek kalıyor.
İslamiyet’i yaşayamama problemimiz yüzünden dünya devletleri bizlere karşı hep
mesafeli durmuşlardır. Hatta kendi insanımız bile Müslümanlıktan soğur olmuştur. Hüner
İslamiyet adına bizlere tevarüs eden tüm bilgileri hikmete/davranışa dönüştürebilmektir.
Temsiliyet davamız ancak dört “T” ile gerçekleşir. Evvela bir Müslüman’ın talim, tatbik ve
temsil gibi üç önemli vazifesi vardır. İslami bir şuur kazanmak için alınan derslere talim,
öğrendiklerini nefsinde uygulamaya tatbik, tüm bu güzellikleri şahsında göstermek temsil ve
bu güzellikleri başkalarıyla paylaşmayı da tebliğ diye tesmiye edebiliriz. Dolayısıyla talim
tatbiki; tatbik temsili; temsil ise tebliği intaç eder.
Hâl dilinin konuşması çok önemlidir. Müspet ya da menfi davranış değişikliğinde en
etkili yöntem bizatihi olumsuz davranışın yerine doğrusunu ikame ederek göstermektir.
Konumuza dayanak teşkil edecek iki misali dikkatle okuyalım. Bir yakınımla denize
gitmiştik. Ellili yaşlarda olan bu şahıs sosyal demokrat takılan birisi. İnanç noktasında bir
takım tereddütleri var. Fakat görüşlerimiz taban tabana zıt olmasına rağmen insani bir takım
değerlere sahip olması beni ona yaklaştıran sebeplerden birisiydi. Sahile vardığımızda
kendimi denizin serin sularına atarken o başka bir işle meşguldü. Suya girmesini beklediğim
yakınımın sahil kenarındaki çöpleri toplaması garibime gitmişti. Çöpleri toplarken hiç
kimseye telkinde bulunmuyor, tavırlarıyla da olsun en ufak bir şeyi dahi ima etmeye
çalışmıyordu. Sahildeki bazı gençlerin ona şaşkınlıkla baktıklarına şahit olurken bir kısmının
da ona yardım etmeye başladıklarını gördüm. Doğrusu belirli bir çevre hassasiyetim olmasına
rağmen böyle bir hareket tarzı hiç aklıma gelmemişti. Oysa “Temizlik imandandır.” diyen bir
dine sahiptim. Muhafazakâr bir kimliğim vardı. Üniversiteyi bitirmiş, yüksek lisans
yapmıştım. Çöp toplayan yakınım ise lise mezunuydu. Asıl benim ve benim gibi düşünen
insanların yapması gereken bu güzel hasletin ondan tezahür etmesinden dolayı utanmaya
başlamıştım. İşte o gün bu gündür kendi kendime söz verdim ve dedim ki “Denize gittiğimde
yapacağım ilk iş sahil kenarındaki çöpleri temizlemek olacak.” Ve öyle de oldu. Bendeki bu
davranış değişikliği kırk yaşından sonra olduysa kim bilir minik çocuklarımıza yaparak
yaşayarak neler kazandırılmaz ki… Evlerimizde, okullarımızda çocuklarımıza şahsiyet
kazandırmanın en etkili yöntemi her güzel hasleti önce kendi bünyemizde içselleştirmemiz
olacaktır. Aksi takdirde papağan gibi bazı sözleri tekrarlamanın ne bize ne de başkasına her
hangi bir faydası olmayacaktır.
Tahdis-i nimet suretinde davranış değişikliğine bir misalde kendi yaşantımdan vermek
isterim. Görevim gereği ülkemizin çoğu yerlerini dolaşıyorum. Bir ara Osmaniye’de bir teftiş
görevindeydik. Malum kaldığımız oteller hizmetliler tarafından günlük olarak temizleniyor.
Her temizlenişte de yastıklar, yorganlar alaşağı ediliyor, çarşaflar değiştiriliyor, etraf
süpürülüyor, temizleniyordu. Bir kerecik kullandığımız sabunlar çöpe atılırken bornozlar ve
havlularsa temiz olup olmadığına bakılmaksızın doğru çamaşır sepetine konuyordu. Allah
aşkına hangimiz evimizde bir kere kullandığımız sabunu çöpe atıyoruz. Hangimiz her gün
çarşafımızı, bornozumuzu havlumuzu değiştiriyoruz. Parası cebimizden çıkmadı diye har
vurup harman savurmamız mı gerekir?
Odamı temizleyen arkadaşlara dedim ki “Benim odamı her gün temizlemenize gerek
yok. Haftada bir temizleseniz yeter.” Normal bir davranış sayılan bu özellik hizmetli
kardeşimizin tuhafına gitmiş olacak ki “Hocam” dedi, “Keşke herkes sizin gibi
davransa.” Yaşadığım bu olayı birkaç meslektaşımla paylaştığımda kendileri de bana hak
vererek bundan sonra bu hususta dikkat edeceklerini söylemişlerdi. İsraf konusunda eskiden
beri duyarlılığım var. Açık bir lamba görünce kapatırım. Musluktan akan damlalar uykularımı
kaçırır. Ekmek israfına hiç tahammül edemem. Sadece otellerde yapılan israfın bile haddi
hesabı yok. Her gün değişilen sabunlar, çarşaflar, havlular boş yere akıtılan sular, kullanılan
elektrikler… Ve hele açık büfe çılgınlığı israfta gelinen en korkunç nokta. Ağzına kadar
doldurulan tabaklar ve yemeden dökülen yiyecekler… Açlıktan bir deri bir kemik kalan
çocukları düşündüğümde kahroluyorum. Allah aşkına, “Nehir kenarında bile olsanız israf
etmeyin.” diyen Peygamberimizin yüzüne nasıl bakacağız? Sahip olduğumuz değerlerle
yaptıklarımızı nasıl bağdaştıracağız? İlimsiz, irfansız, hikmetsiz, hamiyetsiz, çilesiz, şevksiz,
aşksız, vecdsiz, ihlâssız halimizle İslam’ı nasıl temsil edeceğiz? Cevaplanması gereken
sorular tam da bunlardır. Günün 365 günü her gün en ışıltılı, en pahalı takım elbiseler
içerisinde televizyonlarda boy gösteren din adamlarının Peygamberimizin çektiği sıkıntıları
anlatması, israftan dem vurmaları garibime gidiyor. Söyledikleriyle yaşadıkları arasında böyle
paradokslar yaşayan nasihlerin nasihatleri vicdanlarda nasıl tesir uyandırabilir? İslamiyet
elbette temiz ve şık giyinmeyi öğütler lakin tıpkı su kenarındaki gibi, zengin olsak dâhi israf
etmeyi de meneder. Sözün de israfı vardır, zamanın da, malın-mülkün de… Her ne ise…
Bunlar ayrı bir yazı konusu… Kanaat sahibi olmak gibi daha birçok değeri şahsımızda
içselleştirdiğimiz takdirde göreceğiz ki bahçelerimizde çiçekler açacak. “Yaptığımız küçücük
bir davranışın ülkemiz için ne önemi olabilir ki?” diyenlere, ümitsizliğe kapılanlara ünlü bir
sözü hatırlatmak isterim. “Bir çivi bir nalı, bir nal bir tırnağı, bir tırnak bir ayağı, bir ayak
bir atı, bir at bir kumandanı, bir kumandan bir orduyu bir ordu bir milleti mahveder.” Bu
sözün tersiyle mütenasibi bir çivi bir milleti kurtarabilir. Ümitsizlik yok, yılgınlık yok, atalet
yok sadece talim, tatbik, tebliğ ve tebliğle gelen temsil var.