Her yıl haziran öncesi konuğum olur. Ekime kadar kalır. Sıcak yaz gecelerinde birlikte sabahlarız. Ben kitap okur, şarkı dinler, notlar alırım. Bazı geceler kalem veya klavyeye sarılır, gâh kâğıtlara gâh dizüstüne kelimeleri çağırırım.
Kelimelerin gelişi bir cümbüştür. Kendini göstermek için takla atanı da olur, bir kenarda sessizce bekleyeni de. Çoğunluk kıpır kıpırdır ve gözüme girmek için can atarlar.
Kelimeler evlatlarım gibi. Aralarında kadim mirasın asil çocukları, bakire kızları, gözünü budaktan sakınmayan yiğitleri de var, arsızlık, hırsızlık yapan utanmazlar da. Birini diğerinden ayırmam. Her birinin yeri başkadır. Çoğunluk birbirini tanımaz. Önce onları tanıştırırım. Sonra çöpçatanlık yaparım. Meşrepleri uyanları baş göz ederim. Onları ev bark sahibi yapmak benim işim.
Birbirine diş bileyen, kan davası güden, “elektrik alamıyorum”, “biz ayrı sözlüklerin dünyasındanız” diyen, evini terk edip giden olmadı. Hiçbir kelimeyi, öz geçmişini araştırmadan, soyunu sopunu soruşturmadan yuvaya yerleştirmem.
Yerini beğenmeyeni ve “ben buraya ait değilim” diye cıyaklayanı kulağından tuttuğum gibi çeker alırım. Rahat edeceği, uyum sağlayacağı yeni yuvasına gidinceye kadar miskin miskin uyumasına göz yumarım.
Bir çatı altında mutlu, mesut geçinen, insanların aile adını verdiği yuvalara kelimeler âleminde cümle denir.
Ben cümleleri, çekirdek aile misali, genellikle beş kelimeyle oluştururum. Kelime sayısı arttıkça, yanlış anlaşılmalar, gereksiz tartışmalar oluyor. Geçimsizlik başlıyor.
Bu işe ilk başladığım günlerde acemiliklerim oldu. Aynı çatı altına on, on beş kelimeyi sıkıştırmışlığım vardır. Tecrübelerime dayanarak diyorum ki, “Uyumlu çiftler gibi, biri diğerine yakışan, boyu boyuna, dengi dengine uyan kelimelerin birlikteliği uzun ömürlü oluyor.”
Cümlede kelime sayısının beşi geçmemesine özen gösteririm. Az oldukları için birbirlerini dinleme, daha yakından tanıma imkânları oluyor. İş birliği ve dayanışmaya önem veriyorlar.
Kelimeler de başlarını koyacak bir omuza, yaşamı paylaşacak bir can yoldaşına ihtiyaç duyar. Sevgi niye insanın tekelinde olsun?Yalnızlık kelimelere zordur. Uzun yalnızlıklar kelimelerin ilk ölüm sebebidir. Yalnızlığa sadece insan katlanır.
Kelimelerle bitmek tükenmek bilmeyen oyunuma, evet bir tür oyun, yaz aşkım, ilk göz ağrım tanıklık eder. Çıt çıkarmaz, onca gürültüden rahatsız olmaz. Kelime festivallerinden, curcunadan zevk aldığını söyleyebilirim. Pastel yeşil kostümü, keskin ve hoş bir kokusu var. Ona her gece “Benim yaz aşkımsın” dediğimi kimse duymaz. İçimden söylerim. O, gönlümden geçeni hisseder.
Hüzünlüyüm, dün yaz aşkım gitti. Beni terk edeceğini biliyordum. Ekim başında gidecekti. Hazırlığını yapmıştı. Benim mahzunluğumu görünce gitmeyi erteledi. Bugün mü gider, yarın mı? diye içim içimi yerken, tam bir ay olmuş.
Bugün ekimin son günü ve yaz aşkım gitti. Öldü demeye dilim varmadığı için gitti diyorum. Son günlerinde bir deri bir kemik kalmıştı. Kelimenin gerçek anlamıyla kurumuştu. Pastel yeşili bedeni, ölümcül sarımsıya dönüşmüş, kokusu kaybolmuştu. Ölüm, bazı canlılara geleceğini önceden haber verir.
Size yaz aşkımla, segâh şarkıdaki “Kapat gözlerini kimse görmesin / Yalnız benim için bak yeşil yeşil” sözlerinin muhatabıyla nasıl tanıştığımı anlatmak istiyorum. İçimi dökersem belki yüreğimin sızısı hafifler.
Mayısın ortalarıydı, üç harfli bir marketten çıkıp geldi. Karım, gülümseyen yüzüyle “Kimi getirdim sana, haydi tahmin et!” dedi. Kokusundan tanıdım. Bir sevinç şimşeği çaktım. “Bu sene erkenci, görünce dayanamadım” dedi. “Ona iyi bak, küstürme” talimatının ardından yaz aşkımı gösterdi. Özlemişim, bakakaldım. Küçücük bile denmez, körpeydi.
Konuğumu öpüp kokladım. Avucuma sığdı. Çalışma masamın değişmez kitabının yanına koydum. Yeni yerine alışsın istedim. Marketin kalabalığından, gürültüsünden, müşterilerin hoyratlığından ürkmüş olduğu belliydi. Biraz su ikram ettim. Arada bir eğilip kokladım, hafifçe okşadım. Saatlerce bakıştık. İyi geceler dileyip yanından ayrıldım.
Sabah pırıl pırıl hava vardı. Yağmursuzluk bahar aylarının başına vurmuş, başka havalar takınmayı huy edinmişler sanki. Kendilerini yaz mevsimine ait sanıyorlar. Sıcaklık, saat on bire doğru, 30 dereceye yaklaşmış. Olacak iş mi?
Pencerenin perdesini araladım, camı açtım. Masanın üzerindeki ürkek konuğum, körpe yaz aşkım rüzgâr olmamasına rağmen titredi. Kokusunu bırakıverdi. Yeni ev, yeni gün ona çok iyi gelmiş. İyi bir uyku çekmiş, yorgunluğunu üzerinden atmış. Yeni güne ve bana ferah ve keskin kokusuyla “günaydın” dedi.
Yaz aşkım günbegün değişti. Gülücük attı, şımardı. Bunlar, hep mutluyum demenin haykırışıydı. Dili dilimden farklı bir konuk. İki haftanın sonunda pastel yeşili cilalandı, kokusu yoğunlaştı, boy attı. Ona rahat edeceği bir oda hazırlamanın vakti gelmişti. Turuncu teneke saksıya aldım. Can suyunu verdim. Minicikti, top biçimine dönüşüyordu. Yeşili daha bir koyulaşmıştı.
Yaz gözdemin adı reyhan. Çocukluğumdan tanırım. Kokusunu da kendisini de pek severim. Annem evimizin bahçesinde bir köşeyi reyhanlara ayırırdı. Eve her giriş çıkışımda reyhan ailesine bakar, önce selam verir, sonra bazılarının başını okşardım. Benim bu hareketimden hoşlandıklarını fark ederdim. Çünkü renkleri koyulaşırdı. Ferah kokuları selamımı karşılıksız bırakmadıklarının işaretiydi.
Bazen dayanamaz, bir küçük yaprağı koparır, ağzıma atardım. Bir parça reyhan yaprağını avucumda gezdirdiğim günleri unutmadım. Avucumun içinde sıcaktan pörsüyen reyhan yaprağını kutsal kitaptan düşmüş bir sayfa gibi, kimsenin ayak basmayacağı bir köşeye, bir taşın üstüne bırakırdım. Bir serçenin taşa konacağını, reyhanı gagasıyla didikleye didikleye yiyeceğini hayal ederdim. Saksağanın serçeden önce gelip bıraktığım hazineyi yağmalayacağı endişesi yakamı bırakmazdı.
Çiğnemekten hoşlandığım bir çiçek de pembe yediveren güldü. Reyhana ihanet ettiğimi idrak edecek yaşta değildim. Yedivereni sevmemin reyhanın kalbini kıracağını bilmezdim. Reyhanı görmezden mi gelirdim, selam verip okşadıktan sonra mı yediverene uğrardım, gerçekten hatırlamıyorum.
Yediverenin taç yapraklarından iki, üç minik parça koparır, avuçlarımın içine alır ve kokusunu derin derin içime çekerdim. Taç yaprağı kokladıktan sonra ağzıma atar, çiğnerdim. Yediverenin yumuşak dokusu ve tatlımsı sıvının ortaya çıkardığı lezzeti unutamam.
O yaşlarda “Eylül”ün yazarı Mehmet Rauf’u, onun alaturkaya pek baygın olduğunu nereden bileyim.
Hele Tanburi Ali Efendi’nin;
“Âşık oldum sana ey gonca dehen /
Sönmez ateşlere yaktın beni sen /
Görmeyeydim ne olaydı seni ben /
Sönmez ateşlere yaktın beni sen.”
diyen suzinak şarkısını dinlerken inlediğini ilerleyen yaşlarımda Salâh Birsel’den öğrenecektim.
İlerleyen yaşlarda çok şeyler öğrenilirmiş. Cahit Sıtkı, gökyüzünün maviden başka rengi olduğunu, suyun boğduğunu, ateşin yaktığını, hangi yaşta öğrendi? Garibim, otuz beşine kadar taşın sert olduğunun da farkında değilmiş.
Çocukluğumuzun renkleri, kokuları bizim peşimizi bırakmazmış. Yediveren kokusu ilerleyen yaşlarımda bir daha karşıma çıkmasın mı? Nasıl bir özlemekmiş, anlatamam. İçim dışım gül koktu. Yüzümde güller açtı. Dört mevsim, on iki ay sürdü.
Güzeller ve iyiler kalıcı olmuyor. Bir rüya gibi, serap gibi, hayatımızdan kayıp gidiyor. Yediverenim öyle oldu. Bakamadım. Yağmurlu bir gündü, etraf kalabalıktı, onu bıraktım.
1970’lerin ortasında memleketten ayrıldım. Reyhan beni Ankara’da karşıladı. Vefa mı, sevgi mi, adını koymak istemedim. O yıllarda Ankara gecekondularla çevriliydi. Bugün gökdelenlerin yükseldiği semtlerin tamamı o vakitler gecekonduydu.
Gecekonduları ilk kez görüyordum. Yeşilçam’ın pembe panjurlu evlerine benzemiyorlardı. Gecekondu bölgeleri altyapıdan yoksundu. Evler, âdeta yoksulluğu simgeleyen anıtlardı. Gecekonduları güzel gösteren ve zihnimde kalan fotoğraf, bahçe duvarlarına ve küçücük pencere önlerine sıra sıra dizilmiş rengârenk teneke kutular ve bu kutularda boy atmış reyhan, sardunya ve küpe çiçekleridir.
Gecekonduların yerinde artık gökdelenler var. Teneke kutular, reyhanlar, sardunyalar ve küpe çiçekleri, iğne oyalı perdeler naif ressamların eserlerinde kaldı. Bir de eski gecekonducuların aile albümlerindeki siyah beyaz fotoğraflarında.
Rengine, kokusuna ve tadına vurgun olduğum yaz aşkımın adı Arapçadan gelir. Kökü “riha” “rayiha” yani kokmak anlamındaki kelimeye gider. Birçok yerde fesleğen olarak çağrılır.
Küçük yapraklı yeşil fesleğen ya da top fesleğen, aslında reyhandır.
Yaz aşkım, haziranda yol arkadaşım oldu. Otomobilin en özel bölümüne, manzarayı ayrıntılarıyla görebileceği ön camın önündeki panele kuruldu. Ankara’dan Trakya’ya uzun bir yolculuk yaptı. Anadolu Otoyolu ve Kuzey Marmara Otoyolu boyunca radyoda çalan şarkılara eşlik etti.
Yavuz Sultan Selim Köprüsüne girdiğimizde, “Şimdi Anadolu’dan Avrupa’ya geçiyoruz. Solumuz Marmara, sağımız Karadeniz” dediğimde şaka yaptığımı sandı. “Şaka değil, gerçek” diyerek, elime aldım ve gövdesini cama yaslayıp etrafa dikkatli bakmasını söyledim.
Yaz aşkımın keyfine diyecek yoktu. Karadeniz’i ve Marmara’yı gördü. Tekirdağ’da tıka basa kitap dolu balkona yerleşti. Karşısında deniz manzarası.
Güneşin doğuşunu, hırçın dalgaları, dingin lacivert deryayı, dolunayı, yakamozları, ayçiçeklerinin gün gün büyümesini, asmalarda koruğun üzüme dönüşmesini, yağmuru, fırtınayı, şimşekleri, pamuk tarlasına benzeyen bulutları seyretti.
Balıkesir merkezli bir depremde bina beşik gibi sallanırken, reyhanın kılı kıpırdamadı.
Tekirdağ’da güzel vakit geçirdi. Okuduğum kitapların kapaklarına baktı, dinlediğim şarkılara kulak kesildi. Okuması olsaydı, yazdıklarımı önce o okurdu. Kitaplara düşkünlüğüme, müziksiz yapamadığıma laf etmedi. Onlarla ilişkime renk ve koku kattı.
Eylül ortalarında aynı güzergâhtan Ankara’ya döndük. Yaz aşkımın keyfi yine yerindeydi, hiç şikayet etmedi, kendini salıvermedi. Körpecikken sahiplendiği, kitaplardan arta kalan köşeye kuruldu.
Sonbahar aylarına da bir haller olmuştu. Güz olduğundan ve yaz aylarına kaynak yaptıklarından haberleri yoktu. Ne yağmur yağdı, ne rüzgâr esti. Sıcak havaların gitmeye niyeti yoktu.
Her nesnenin bitimi, her şeyin sonu var. Yaz aşkımın benimle beraberliği buraya kadarmış. Hayat bir dengedir. İyilik vardır, kötülük vardır. Güzel vardır, çirkin vardır. Mayıs ayında ilk buluşmamızda beni sevinçten havaya uçuran reyhanımın ölümüne aynı yoğunlukta üzüldüm. Sevinç ve hüzün birbirini dengeledi.
Yaz aşkım öldü. Onu terasta mum çiçekleriyle melisanın arasındaki kuytuya kaldırdım. Defnetmeye yüreğim el vermedi. Bir ömür içinden çıkmadığı saksısı onun hem tabutu hem mezarı oldu. Çalıya dönen kuru dallarında hâlâ beyaz, minik on kadar çiçek var. Ayrılık gözyaşları olmalı. Kurumuş dallara yapışmış ıtırlı gözyaşları.
Salata sosunda, çoban salatada, dumanı tüten bir kâse çorbada, mantının her çeşidinde, dürümlerde, karışık tostlarda, fırından yeni çıkan pizzada, tereyağlı, domatesli makarnada ve zeytinyağlı biber dolmada, kuru patlıcanlı dolmada, köftede, tavuk sotede, söğürtme kebabında, hatta bulgur pilavında karşınıza çıkan kurutulmuş reyhan, yaz aşkımdan esintiler taşır. Onlar yaz aşkımın yaz bitmeden öldürülmüş kardeşleridir. Toplu kıyıma uğramışlardır. Gök ekin misali biçilmişlerdir.
Sofranızdaki ıtırlı nimete iyice bakın. Reyhan deyip geçmeyin, kıymetini bilin.






















